Tam da bugünlerde okunması gereken bir kitap. Sadece fotoğrafın felsefesi ile ilgili bir başyapıt sayıldığı için değil, ülkemizin doğusunda ve güneydoğusunda yaşanan çatışmalara, şehirlerde patlayan bombalara, komşu ülkelerde yaşanan savaşlara, yüzdüğümüz sularda boğulan göçmenlere, acı içinde ölen çocuklara yani bu sıralar yaşanan binbir çeşit Başkalarının Acısına Bakarken nasıl bu kadar ilgisiz ve duyarsız kalabildiğimizin cevabını bulabilmek için. Daha önce iki kez hayranlıkla okuduğum bu kitabı hem kendime cevaplar bulmak için hem de fotomuhabir.com için okudum.
Okurken, kitabın benim için önemli noktalarının altını çizdim ve geniş bir özetini çıkardım. Altını çizdiğim metinlerde kafamdaki soruların cevabını bulmaya çalıştım. Metinleri neredeyse hiç değiştirmeden kitaptan aldım. Aldığım metinlerin arasında boşluk varsa ....... koyarak belirttim. Aralara kendime ait yorumları koysam da onları italik olarak belirttim. Kitapta kapak dışında hiç görsel yok, kitapta adı geçen görselleri bularak yazının içine yerleştirdim. Benim için de; belirtilen görsellere bakarak kitabı okumak çok daha anlaşılır oldu.
Yazıya başlamadan önce kitabın yazarı, benim idollerimden biri olan Susan Sontag' tan kısaca bahsedelim. 1933 New York doğumlu Sontag, henüz on beş yaşındayken Berkeley Üniversitesi'ne kabul edilir. Daha sonra Chicago Üniversitesi'nden mezun olur, Harvard'da doktora yapar. İlk romanı The Benefactor 'u 1960 lı yıllarda yazar, daha sonra Death Kit'i yazar. Pornografik edebiyat, faşist estetik, fotoğrafçılık, AIDS, devrim ve kamp yaşamı gibi çeşitli konularda çeşitli dergilerde yazıları yayınlanır. 1993 'te fotoğraf dünyası açısından çok önemli bir kitap sayılan kitabı 'Fotoğraf Üzerine' yayınlanır. 2003'te ise şimdi hakkında yazacağım yapıtı 'Başkalarının Acısına Bakmak ' yayınlandıktan bir sene sonra 2004 'te aramızdan ayrılır.
Başkalarının Acısına Bakmak (Regarding The Pain of Others)
Birinci Bölüm:
Kitabın birinci bölümü Virginia Woolf'un Haziran 1938'de, savaşın kökleri üzerine kendi cesur ve pek de hoş karşılanmayan görüşlerini dile getirdiği Three Guineas adlı kitabı üzerinden başlar. Woolf, Three Guineas kitabını, Londra'da yaşayan, "Sizce savaşı nasıl önleriz?" sorusunu yönelten seçkin bir avukattan gelen mektuba oldukça gecikmiş bir cevap olarak kaleme almıştır. Woolf, bu mektuba verdiği cevaba, avukatla kendisi arasında sahici bir diyalog kurulamayacağı şeklinde iğneleyici bir gözlemle başlıyordu. Öyle bir diyalog kurulamazdı, çünkü, onlar her ne kadar aynı sınıfa, 'eğitimli sınıf'a ait olsalar da, aralarında onları ayıran muazzam bir uçurum bulunmaktaydı: avukat bir erkek, yazar ise bir kadındı. Savaşı erkekler yapardı. Erkekler (erkeklerin çoğu) savaştan hoşlanırlardı, çünkü erkeklerin gözünde "savaşmakta bir şan, bir zorunluluk, bir tatmin" vardı, oysa kadınlar (kadınların çoğu) böylesi duyguları hiç hissetmezler ya da savaştan hiç hazzetmezlerdi.....Savaşın cazibesinden söz açılınca kadınların kapıldığı irkilme duygusu erkeklerinkiyle aynı olabilir miydi?
Woolf, savaş resimlerine topluca bakarak, kadınlar ile erkekler arasındaki bu 'iletişim güçlüğü' nü deney masasına yatırma önerisinde bulunmuştu avukata. Söz konusu fotoğraflar, faşistlerin kuşatması altındaki İspanyol hükümetinin haftada iki defa dağıttığı fotoğraflardan bazılarıdır. Woolf daha sonra, "Aynı fotoğraflara baktığımızda aynı duyguları hissedip hissetmediğimiz konusu üzerinde duralım" der. Fotoğraflarda, harabe olmuş binalar ve şekli aşırı derecede bozulmuş ölmüş çocuk bedenleri vardır. Bu fotoğrafların yol açtığı iç çalkantıyı iletmenin en çabuk ve en kestirme yolu, böyle kareler yakalamak her zaman mümkün olamayacağı için, bu resimlerin gözler önüne serdiği cansız bedenler ile harabeye dönmüş evin yansıttığı tablonun tam bir yıkım manzarası olduğuna dikkat çekmektir. Woolf, buradan hareketle kendi sonucuna ulaşır. "Hepimiz aynı şekillerde tepki gösteririz; bizi yetiştiren gelenekler ve aldığımız eğitimler ne kadar farklı olursa olsun" der avukata. Kanıtı da şöyledir: Hem 'biz' (burada kastettiği 'biz' kadınlardır) hem de siz, tepkilerimizi pekala aynı sözcüklerle ifade edebiliriz.
Siz, bayım, o fotoğraflara 'dehşet ve tiksinti'yle bakın. Onları gördüğümüzde biz de aynı şeyi söyleyelim...Siz diyorsunuz ki, savaş uğursuzluktur;barbarlıktır;savaş ne pahasına olursa olsun durdurulmalıdır. Biz de sizin seçtiğiniz sözcüklerle tekrarlıyoruz: Savaş uğursuzluktur;barbarlıktır;savaş ne pahasına olursa olsun durdurulmalıdır.
Günümüzde savaşlara son verilebileceğine kim inanır? Hiç kimse, hatta barış için mücadele edenler bile inanmazlar buna. Bizim bütün umudumuz (ki şimdiye değin boşa çıkmış bir umuttur bu), soykırımı durdurma, savaş yasalarını (savaşan tarafların uyması gerken 'savaş yasaları' diye bir şey vardır çünkü) ayaklar altına alıp çiğneyenleri adalet önüne çıkarma ve patlak vermesi muhtemel başka silahlı çatışmalar için görüşmelere dayalı alternatiflerin denenmesi için baskı yaparak bazı savaşları önleyebilme ihtimalinde yatmaktadır.
Dolayısıyla Woolf'un, Three Guineas'i, aslında apaçık sayılan bir olguya odaklanmak gibi bir özgünlük içermekteydi. O da şuydu: Savaş bir erkek oyunudur (ölüm makinesinin bir cinsiyeti vardır ve o cinsiyet de 'erkek' tir. ) ....Kaldı ki, savaş kurbanlarıyla ilgili fotoğraflar, başlı başına retorik türüdür. Bu fotoğraflar bir olguyu tekrarlayarak çoğaltırlar. Onu basitleştirirler. Ayrıca, sarsıcıdırlar. Ve bir konsensüs olduğu yanılsaması yaratırlar. ..... Nitekim onun (avukatın) yazara yönelttiği soru da, "Savaşı önleme konusunda sizin düşünceleriniz nedir?" değil, "Sizce savaşı nasıl önleriz?" sorusudur.....
Woolf' un kitabının başında itiraz ettiği 'biz' budur: Woolf, muhatabının 'biz'i elde bir saymasını kabullenmeye asla yanaşmaz. Ancak bu 'biz'i ele almaya da, feminist bakışın uzun uzun anlatıldığı sayfalardan sonra geçer.
Konu başkalarının acılarına bakmak olduğu zaman, 'biz' asla cepte keklik sayılmamalıdır.
.......
Sontag ilk bölümün en sarsıcı cümleleriyle devam eder:
Savaş yırtar, savaş parçalar. Savaş iç deşer, savaş bağırsakları söküp boşaltır. Savaş teni yakıp kavurur. Savaş, organları bedenden koparır. Savaş yıkıp yok eder.
........
Woolf'un görüşünce (ki bu konuda karşıtlarıyla polemiğe giren pek çok savaş-karşıtı da aynı kanıdadır), savaş, insan türünün doğasından gelir ve Woolf'un betimlediği görüntüler, kimlikleri meçhul kişilere; bu insan doğasının kurbanlarına aittir.....
Ve bütün fotoğraflar, altlarına eklenen yazılar ya da üstlerine konan başlıklarla açıklanmayı veya çarpıtılmayı beklerler. Son dönemdeki Balkan savaşlarının ilk aşamalarında Sırplarla Hırvatlar savaşırken, bir köyün topa tutulmasıyla öldürülen aynı çocukların fotoğrafları hem Sırpların hem de Hırvatların propaganda dosyaları içinde yer almıştır. (Şimdilerde bizim de sosyal medyada sık sık karşılaştığımız gibi) Yazısını değiştirirseniz, çocukların ölümü kolaylıkla yeniden ve yeniden kullanılabilme özelliğine sahiptir.
Bir vahşeti resimleyen görüntüler kolaylıkla birbirine zıt tepkiler uyandırabilir. Bu bir barış çağrısı olabilir. Veya bir öç çığlığı olabilir. Ya da sadece, fotoğrafik bilgilerin sürekli belleğe atılıp üst üste yığılması sonucunda, yaşanan korkunç şeylere dair kafa karışıklığı yaratabilir.
Tyler Hicks'in çektiği ve New York Times'ın 13 Kasım 2001'de, 'Meydan Okunan Bir Ulus' Başlığı altında Amerika'nın yeni savaşına ayırdığı bölümün ilk sayfasının üst yarsını kaplayacak şekilde yer verdiği üç ayrı renkli fotoğrafı kim unutabilir? (Fotoğraf kitabın kapağında siyah beyaz olarak bulunuyor, ben internetten renklisini bularak ekledim.) Birbirinin içine yerleştirilerek birarada gösterilen bu üçlü resim, Kabil'e doğru ilerlemekte olan Kuzey İttifakı askerleri tarafından bir hendekte bulunmuş, üniforması üstünde bir taliban askerinin kaderini gözler önüne seriyordu. Birinci karede, esiri yakalayanlardan ikisi onu taşlı bir yolda sırtüstü sürüklüyorlar. Yakından çekilmiş ikinci karede, Taliban askerinin korku ve dehşet içinde bakışlarını görüyoruz. Üçüncü karede, işi bitirilmiş askeri koları yana açılmış, sırtüstü yatmış, dizler bükülü, belinden kanlar akarken görüyoruz.
Tyler Hicks'in çektiği ve New York Times'ın 13 Kasım 2001'de, 'Meydan Okunan Bir Ulus' Başlığı altında Amerika'nın yeni savaşına ayırdığı bölümün ilk sayfasının üst yarsını kaplayacak şekilde yer verdiği üç ayrı renkli fotoğrafı kim unutabilir? (Fotoğraf kitabın kapağında siyah beyaz olarak bulunuyor, ben internetten renklisini bularak ekledim.) Birbirinin içine yerleştirilerek birarada gösterilen bu üçlü resim, Kabil'e doğru ilerlemekte olan Kuzey İttifakı askerleri tarafından bir hendekte bulunmuş, üniforması üstünde bir taliban askerinin kaderini gözler önüne seriyordu. Birinci karede, esiri yakalayanlardan ikisi onu taşlı bir yolda sırtüstü sürüklüyorlar. Yakından çekilmiş ikinci karede, Taliban askerinin korku ve dehşet içinde bakışlarını görüyoruz. Üçüncü karede, işi bitirilmiş askeri koları yana açılmış, sırtüstü yatmış, dizler bükülü, belinden kanlar akarken görüyoruz.
Sontag şöyle devam ediyor:
Size hemen feryadı bastırabilecek fotoğraflar görme ihtimali dikkate alındığında, her sabah büyük gazetelere göz atabilmek için bile insanda hatırı sayılır derecede bir metanet ve dayanıklılık gücü olması gerekiyor. Yine de vurgulayarak hatırlatmak isterim ki, Hicks'inkiler gibi resimlerin uyandırdığı acıma ve iğrenme duyguları, sizi hangi resimlerin, hangi zulümlerin, hangi ölümlerin gösterilmediği sorusunu sormaktan da alıkoymamalıdır.
Woolf, Three Guineas'ı yayınlamadan on dört yıl önce, vicdani retçi Ernst Friedrich, Krieg Dem Kriege! (Savaşa Karşı Savaş) adlı eserini yayınlamıştı.
Bu kitap fotoğraf sanatının şok terapi halinde sunuluşudur, pek çoğu Alman Askeri ve tıbbi arşivlerinden toplanmış, yayınlanması yasaklanmış 180'i aşkın fotoğraftan oluşan bir albümdür. Savaşa Karşı Savaş ! kitabının hiçbir bölümüne bakmak kolay değildir. (Kitapta resmi yok ama internetten bulduğum görüntüler gerçekten çok ama çok rahatsız edici. Sadece yandaki örneği vereyim, diğer fotoğraflar çok daha zor fotoğraflar) Tamamı dehşet uyandırıp moral bozmak amacıyla tasarlanmış bu kitabın en dayanılmaz tarafı yüzleri korkunç yaralarla dolu askerlere ait 24 fotoğraftır. Her birinin altında dört ayrı dilde yazılmış öfke dolu altyazılar vardır. Bu yazılarda askeri ideolojinin sefilliği ile alay edilmekte ve bu ideoloji şiddetle kınanmaktadır. Kitap yayınlandığında vatansever kuruluşlar tarafından anında saldırı yağmuruna tutulurken, kitabın kamuoyunda büyük etki yaratacağını düşünen savaş karşıtları tarafından coşkuyla karşılanmıştır. 1930'a gelindiğinde kitap en az on baskı yapmış, birçok dile çevrilmişti.
Fakat Ernst Friedrich, kitabı ile insanlığı savaştan soğutma amacına ulaşamamıştı.
*****
Burada izninizle kendime ait bir anımı anlatmak istiyorum. Bu biraz da bu yazıları ileride kendim okuduğumda hatırlamak için. Gerçi o anıyı unutabilmem mümkün değil. Bu benim başkalarının acısına bakmak üzerine en rahatsız edici anım aslında. Güzel bir kış sabahı, hatırı sayılır güzellikte bir spor salonun koşu bandında, bir yandan yürüyüp bir yandan koşu bandının televizyonunda haberleri izlerken birden aşağıdaki linki bulunan haberi gördüm. Ekranda denizden çıkarılan minicik bebeği gördüğümde, o anda yaşadığım acı o kadar ani ve derin oldu ki, hüngür hüngür ağlayarak koşu bandından düştüm, oradan nasıl çıktım nasıl eve geldim hatırlamıyorum. Yaklaşık 3 saat kesintisiz ve bağırarak ağlayarak, günün geri kalanı ara ara çocuklara çaktırmadan ağlayarak geçti. Sonra o gün üzerine uzun uzun düşündüm, neden bu kadar etkilendiğimi anlamamıştım. Benzer haberleri daha önce çok görmüştüm, o kadarki artık etkileri yavaş yavaş azalır olmuştu. O küçük bebek, küçük oğlumla hemen hemen aynı yaştaydı, o yüzden miydi bu kadar etkilenmem. Birden onun yerine mi koymuştum, o olsaydı ne olurdu diye mi düşünmüştüm. Öyle yapmıştım ama tamamen o duygu değildi. Sanıyorum; O an zevk içinde yürüttüğüm koşma eyleminin içine birden dahil olunca o bebek, onun içinde olduğu buz gibi suyu, durmak üzere olan kalbini, su dolu ciğerlerini düşününce, en çok da acaba o denizde tek başına ne kadar ağladı, ne kadar bağırdı çaresizlik içinde diye düşününce; tiksindim içinde bulunduğum ortamdan. Matrix'teki gibi ellerim ayaklarım dalgalandı, o sahte dekorlar gitti birden sahneden. Neyse uzatmayayım ama ben başka hiç bir fotoğrafta ya da görselde bu bebeğin acısını hissettiğim kadar hissetmedim bir başkasının acısını. O görüntünün linki
*****
İkinci Bölüm:
Başka bir ülkede meydana gelen felaketlerin seyircisi olmak, gazeteciler diye bilinen profesyonel, uzman turistlerin bir buçuk asrı aşkın sürelik maceralarında gittikçe katlanan birikimleriyle doğrudan ilintili olan, esaslı bir modern deneyimdir. Öyle ki, artık savaşlar hepimizin oturma odalarında sükunet içinde seyredilip dinlenen görüntü ve seslere dönüşmüş durumdadır. Bunun beraberinde getirdiği olgulardan biri, başka bir yerde gelişen olaylar hakkındaki enformasyonun (ki bu enformasyonun adına haberler denmektedir) aslan payının her zaman çatışma ve şiddet görüntülerine ait olduğudur. Tabloid gazetelerin ve yirmi dört saat manşet patlatan haber programlarının (artık bunlara interneti de ekleyebiliriz) baştacı ettikleri düstur şudur: 'Kan varsa, iş yapar.' ......
Başka yerlerde yaşanan ve haber olarak dikkatle seçilen, savaşlarda biriken acıların farkında olmak, bu anlamıyla kurgusal bir farkındalıktır. Acı görüntüleri öncelikle kameraların kaydettiği biçimiyle bize aktarılır, çok sayıda insan tarafından izlenir ve hiç de uzun olmayan bir zaman dilimi sonunda gözlerimizin önünden çekilir. Yazılı bir metnin aksine fotoğraf, yalnızca tek bir dile sahiptir ve potansiyeli itibariyle gelecekte de başka dili olmayacaktır.
Kesintisiz görüntü bombardımanının (televizyon, video, filmler) bütün hayatımızı kuşatmış olduğu şüphesizdir, ancak iş 'hatırlama'ya geldiğinde fotoğraf hala daha derinden bir can acıtma, insan zihninde daha derin bir iz bırakma gücüne sahiptir.Hafızada yer ederek donmuş olan karelerin temel birimi, tek bir görüntüdür. Oysa fotoğraf, enformasyonla dolup taşan bir çağda, bir şeyi kavramanın hızlı bir yolunu ve onu hatırda tutmanın yoğunlaşmış bir formunu sağlar bize. Bu haliyle fotoğraf bir alıntıya, veya veciz bir söze veya bir özdeyişe benzer.
Sontag'ın yukarıda söylediklerine günümüzden şöyle örnek verebiliriz: Her gün haberlerde, Ege Denizi sularında boğularak hayatını yitiren göçmenlerin haberlerini izlesek de, bu görüntüler gelip geçer, bir dk, iki dk hadi olsun 3 dk, izler bitiririz. Sontag'ın kastettiği gibi bu görüntüler hayatımızı kuşatmıştır ancak iş 'hatırlama' ya geldiğinde, Suriye sorunu ve denizde yaşamını yitiren göçmenler dediğimizde, aklımıza gelen ilk görüntü Aylan bebek'in kıyıda yüzüstü yatan cansız küçük bedenini gösteren fotoğraftır.
1949'da kurulan Paris Match'İn eski reklam sloganında söylediği gibi: "Sözcüklerin ağırlığı, fotoğrafların şoku." Daha dramatik görüntüler yakalamanın peşine düşmek, hem fotoğrafçılığın itici gücüdür, hem de şok yaratmayı tüketimi sağlamanın esas dürtülerinden biri kılmış ve bir değer kaynağı haline getirmiş bir kültürün normal işleyişinin bir parçasıdır.....
Fotoğrafın üstünlüğü, birbiriyle çelişkili iki ayrı özelliği birleştirebilmesiydi. Onların objektifliğine kimse bir şey diyemezdi. Yine de fotoğraflarda hep bir bakış açısı olurdu. Ortada kayıt yapan bir makine olduğundan, gerçek olan bir şeyi (ne kadar tarafsız olursa olsun, hiçbir sözlü anlatının beceremeyeceği şekilde, varlığı çürütülemez bir durumu) kaydediyor, böylece, ortada onları çeken bir kişi olduğu için de, gerçek olan bir şeye tanıklık ediyorlardı......
Normal koşullarda -konuyla aramıza bir mesafe koyarsak- bir fotoğrafın 'söylediği' şey çeşitli biçimlerde okunabilir. Önünde sonunda bir fotoğrafta okuyacağımız anlam, onun söylüyor olması gereken şeydir. ....David Seymour ('Chim'), göğsünde tuttuğu bebeğiyle ayakta duran sıska bir kadını gösteren ve çok çeşitli yerlerde yayınlanmış olan fotoğrafı "Land Distribution Meeting, Extremadura, İspanya, 1936" genellikle korku dolu gözleriyle havadan saldırıya geçen uçakları (dikkatle? kaygıyla?) izleyen birini gösteren bir resim olarak hatırlanmaktadır. Kadının yüzündeki ifade ve çevresindeki yüzler endişeyle yüklüdür. Hafıza, kendi ihtiyaçlarına göre, Chim'İn resmine 'simgesel statü kazandıran' görüntüyü saptarken, onu çok iyi yansıttığı için değil, İspanya'da kısa süre sonra yaşanacak dehşetengiz olaylar nedeniyle değişikliğe uğratmıştır: Yani, değişikliği gerçekleştiren asıl etken, Avrupa'da ilk defa bir savaş silahı olarak devreye sokulan, sadece bütün yerleşim birimlerini yakıp yok etmek amacıyla şehirlere ve köylere yapılan hava saldırılarıdır. (Eğer bu gerçekleri bilmeden fotoğrafa baksaydık, kadını sıradan bir günde güneş gözlerini alıyor diye kısık gözlerle gökyüzüne bakan biri sanabilirdik)
1930'ların sonunda doğru savaşa ve savaşta işlenen vahşetlere bir kamera eşliğinde bireysel tanıklık etme mesleği rağbet görmeye başlamıştı. Bütün sayfalarını fotoğrafa (sadece resimlerin altına çok kısa metinler giriliyordu) ve 'resimli hikayeler'e (bunlarda da, görüntüleri dramatikleştiren bir hikaye eşliğinde aynı fotoğrafçının en az dört-beş resmi bulunurdu) ayıran çok tirajlı haftalık dergiler (özellikle, 1929'da Fransız Vu, 1936'da Amerikan Life, 1938'de İngiliz Picture Post) ortaya çıkmıştı. Gazetede ise resim (üstelik tek bir kare olarak), hikayeye eşlik eden malzeme yerine geçerdi.
Ayrıca savaş fotoğrafları bir gazetede yayınlandığında sözcüklerle kuşatılırken, bir dergide çıktığında, pazarlanan bir malı vurgulayan başka bir iddialı resmin yanına yerleştirilme ihtimali çok daha fazlaydı.
Robert Capa'nın İspanya'daki Cumhuriyetçi askerin ölüm-anı-resmi 12 Temmuz 1937'de Life'da yayınlandığında, sağ sayfanın tamamını kaplamıştı. Onun karşısındaki sol sayfada ise erkek saç kremi Vitalis'in tam sayfalık bir ilanı yer alıyor ve bu ilanda, tenis oynayan bir adamın küçük bir resmiyle, aynı adamın bu sefer saçları briyantilenip parlatılarak düzgün biçimde ikiye ayrılmış haliyle uyum içinde bir beyaz takım elbiseli büyük bir resmi bulunuyordu. Bu çift sayfa uygulaması - iki resimde de kameranın diğerini görünmez kılmayı amaçlayan bir şekilde kullanılması - bugün artık yalnızca tuhaf karşılanmakla kalmadığı gibi, oldukça eski moda bir yöntem izlenimi vermektedir......
1950'lerde, 1960'larda ve 1970'leri başında, eserlerini gören herkeste hayranlık uyandıran fotoğrafçıların belgelediği unutulmaz acı ve sefalet görüntüleri çoğunlukla Asya ve Afrika'ya aitti. Örneğin W. Eugene Smith'in bir Japon balıkçı köyünde yaşanan ölümcül derecedeki su kirliliğinin kurbanlarını belgeleyen fotoğrafları. Minimata'da yaşananlar apaçık derecede suçtu; Chisso Corporation Şirketi, cıva yüklü atıkların koya boşaltıldığını bal gibi biliyordu. (Smith fotoğrafları çektikten bir yıl sonra, kamerasının takibinden kurtulmak isteyen Chisso firmasının adamları tarafından ağır şekilde yaralanmış ve bu saldırı sonucunda sakat kalmıştı)
Yine de en büyük suç savaştır ve 1960'lı yılların ortalarından beri, savaşları görüntüleyen en ünlü fotoğrafçıların çoğu, kendi rollerinin savaşın 'gerçek' yüzünü gözler önüne sermek olduğunu düşünmüşlerdir. Larry Burrows'un çektiği ve 1962'den itibaren Life dergisinde yayınlanan, işkence ve eziyete uğramış Vietnam köylüleriyle yaralı Amerikan askerlerini gösteren renkli fotoğrafları, Amerika'nın Vietnam'daki varlığına karşı isyanı kesinlikle bilemişti. (1971'de Burrows, yanındaki üç fotoğrafçıyla birlikte, Laos'ta Ho Chi Minh Hattı üzerinde uçan ABD ordusuna ait bir helikopterden açılan ateş sonucunda öldürüldü.Life dergisi de bir çok kişiyi üzüntüye boğarak 1972'de kapandı) Burrows, bütün savaşı renklerle yansıtan (gerçeğe benzetmeye yeni bir kazanım getiren, yani, 'şok'u devreye sokan) ilk önemli fotoğrafçıydı. .....
Fotoğrafın anlamını belirleyen şey fotoğrafçının niyeti değildir; fotoğrafın da kendi kariyeri vardır ve bu kariyer bazen, ondan faydalanan farklı kesimlerin arzuları ve sadakatlerine göre seyredebilir pekala.
*****
Devam Edecek....