13.12.11

Yeni Keşifler: Zee Avi, Kimbra, Birdy, Rox, Freshlyground, Imany

Pek müzik bilgini sayılmam ama dinlemeyi çok severim. Bu ara çektiğim doğum ve aile fotoğraflarını klip yapabilmek için arka planda çalabilecek güzel ve şirin şarkılar bulma çabasındaydım. İşte bu sayede bir kaç yeni keşfim oldu. Çok sevdim bu keşifleri:

1. Zee Avi:
Radyo eksen'de duydum önce, hemen dikkatimi çekti. Adı gibi kendisi de şirin olan kızımız, tam da benim fotoğraflara fon müziği yapmak için söylüyor sanki. Çok tatlı bir sesi var, müzikleri de çok şeker. Ama işte benim müzikler hakkında yapabileceğim yorumlar bu kadar, çok şeker ve çok güzelden öteye gitmez. O yüzden daha ayrıntılı yorumlar için size benim çok severek okuduğum bir bloğu, Albümatine'yi tavsiye ederim, . Gerçi orda Zee Avi hakkında çok olumlu şeyler yazmamış blog yazarı ama olsun ben yine de sevdim bu kızı. (http://albumatine.blogspot.com/2009/09/zee-avi-zee-avi.html)


2. Kimbra:
Pek karizmatik, pek güzel. Sesi de güzel, şarkıları da çok güzel. Ama kendisi o kadar güzelki, hep izleyesi geliyor insanın. Avustralyalıymış, sanki Naomi Watts'ın esmer ve genç hali gibi biraz. Tam kıskanılası insan kendisi. 21 yaşında çıkarmış ilk albümünü. Bu kadar genç yaşta böylesi güzel bir albüm. Albümatine'de hakkında yazılanlar işte bu linkte.



3. Birdy:
Çok puslu, kasvetli bir havası var güzel müziklerinde. Herşeyden öte 96 doğumluymuş bu kız. Böylesi bir yetenekle nerelere gider kimbilir. Başlangıç albümü de hiç fena değil. Yolu açık olsun diyor, onun da klibini aşağıya ekliyoruz.


4. Rox
Bu kızımız zaten çoktan ünlü olmuş da, bizim haberimiz yokmuş kendisinden. Amy Winehouse'un boşluğunu dolduracak kişi diyorlarmış kendisine, bence o kadar olmasa da hiç de fena değil. En sevdiğim şarkısı My Baby Left Me'yi ekledim aşağıya. Çok değil birkaç gün sonra kendisini canlı canlı izlicez inşallah, 16 Aralık'ta Garajİstanbul'da sahne alıyor.



5. Freshlyground
İşte bu klibi tamamen tesadüf eseri, youtube'te ordan oraya tıklarken buluverdim. Şarkıdan öte klip çok şirin. 


6. Lou Hickey
Bu kızımız da hiç fena değil. 


7. Imany
Ama işte hepsinden öte son zamanlarda en çok dinleyip, en çok sevdiğim kişi Imany.




23.11.11

Nick Brandt

Bir odam olsun isterdim, yüksek duvarları olan. O duvarlardan birini siyaha boyayıp üstünü kocaman ama kocaman Nick Brandt fotoğraflarıyla doldurmak isterdim. O zaman hep hayal ettiğim Afrika safarisine gitmesem de olurdu, oturup tüm gün o duvarı izlesem de olurdu. Ama safariye gitmek de, kocaman Nick Brandt fotoğraflarıyla dolu yüksek duvarlı bir oda sahibi olmak  da, şimdilik hatta uzunca bir süre hatta muhtemelen çok çok uzunca bir süre mümkün olmayacak. (Fotoğrafçının çok büyük boy baskıları 130.000 dolarları bulan fiyatlara gidiyormuş). En iyisi bu hayallerden sıyrılıp, Nick Brandt'i Arka Pencere'me konuk etmek.

Time dergisinde söylendiği gibi, Afrika vahşi yaşamı daha önce hiç bu kadar muhteşem, kasvetli ve gizemli görünmemişti. Onun filleri piramidler kadar ağır, gergedanları kömürden daha eskiden kalma sanki, maymunları da bilmediğimiz birşeyler biliyor.


Nick Brandt, 1966 da Londra'da doğdu. St.Martin Güzel sanatlar okulunda resim ve sinema üzerine okudu. 1992'de Amerika'ya taşındıktan sonra Michael Jackson, Moby ve Jewel gibi ünlü isimlerin kliplerini çekti. Michael Jackson'un Earth Song isimli şarkısına Tanzanya'da klip çekerken, Doğu Afrika'daki vahşi yaşama ve hayvanlara hayran kaldı. Sonrasındaki birkaç yılda bu tutkusunu film ve klip çekmekle dizginleyemedi, hayvanlara olan sevgisini en iyi fotoğraf aracılığı ile gösterebileceğini farketti ve bunu daha önce kimsenin yapmadığı bir şekilde yapmaya karar verdi.

Heybetli Doğu Afrika'nın yıkımını anacağı ve kitap üçlemesiyle sonuçlanacak tutkulu projesine 2000'de başladı.

Brandt fotoğraflarını tele lensler kullanmadan orta format siyah beyaz filmler ile çekiyor, sonrasında taradığı negatifleri bilgisayarda işliyor. Asla fotoğrafta ekleme, çıkarma, montaj gibi işlemler yapmıyor. Fotoğraflarının büyülü havası, büyük bir şans ve sabır sonucu ortaya çıkıyor. Çektiği hayvanların kişiliklerini çok daha iyi yansıtabileceğini düşündüğü için çok yakın mesafelerden fotoğraf çekiyor. Bunu da şu şekilde açıklamakta:

"Bir insanın da portresini yüz metre öteden çekerek, onun ruhunu yansıtamazsınız, yaklaşmak 
zorundasınız."




Üçlemenin ilk kitabı 'On This Earth' 2000-2004 yılları arasında çekilen 66 fotoğraftan oluşuyor. Bu kitaptaki fotoğraflar, bunu takip eden iki kitabın (kasıtlı olarak) aksine Afrika  cennetini saf bir bakış açısıyla gözler önüne seriyor. Kitabın kapağındaki, 'Tozlar içindeki Fil (Amboseli, 2004)' fotoğrafı Brandt'in en bilinen fotoğraflarından biri. 


On This Earth kitabının son sözünde Brandt, kullandığı metotların sebeblerini şöyle açıklıyor:

"Görmeye alıştığımız vahşi yaşam fotoğraflarındaki gibi sadece belgesel amaçlı, aksiyon ve heyecan yüklü fotoğraflar çekmekle ilgilenmiyorum. İlgilendiğim hayvanları basitçe varoldukları ortamda göstermek. Yani daha sonra varolamayacakları ortamlarda. Bu dünya korkunç bir yıkımın eşiğinde, hepsi de bizim sayemizde. Bana göre, insan olan ya da olmayan her varlık eşit haklarda yaşam hakkına sahip, bu demektirki kameramdan baktığımda beni etkileyen her hayvan ve ben eşitiz. Fotoğraflarım bu güzel yaratıklara ve gözlerimizin önünde feci şekilde yokolan bu güzel dünyaya ağıtımdır."


Üçlemenin ikinci kitabı 'A Shadow Falls'  2005-2008 yılları arasında çekilmiş 58 fotoğraftan oluşuyor. Bu kitap, ilk kitap "On This Earth"e göre daha üstün görülür ve daha çok beğenilmektedir. Kitabın başlığına da benzer bir şekilde bu kitapta, fotoğrafladığı dünyayı daha melankolik bir bakış açısıyla yansıttığını görmekteyiz. Kitaptaki fotoğraflar kasıtlı olarak bölümlere ayrılmıştır: İlk fotoğraflar hayvanlarla ve sularla dolu, bozulmamış yeşil bir dünyada geçer. Kitabın sayfalarında ilerledikçe fotoğraflar çıplaklaşır, sonlara doğru ağaçlar ölmüş, sular gitmiş, hayvanlar azalmıştır. Kitap kurumuş bir göl yatağında terkedilmiş devekuşu yumurtası fotoğrafıyla sonlanır. 

Nick Brandt üçlemenin son kitabı için 2010 yılında çekimlere başladı. Bu kitaba daha karanlık bir bakış açısıyla yaklaşıyor, sevdiği ve aşık olduğu doğanın ilerideki yokoluşunu anlatmaya çalıştığını söylüyor. Buna bir örnek olarak yandaki 'Fildişleri ile Orman Bekçisi' (Amboseli,2011) fotoğrafını gösterebiliriz.   Bu fotoğrafta, Nick Brandt'in 2010 yılında kurduğu 'Big Life Foundation' (Büyük Yaşam Vakfı) ın çalışanlarından biri olan orman muhafızını görmekteyiz. Fotoğrafta, Büyük Yaşam Vakfı kurulmadan önceki yıllarda kaçak avcılar tarafından öldürülmüş bir filin dişlerini, Orman muhafızı iki elinde tutmaktadır. Üçüncü kitap 2013 yılında yayınlanacak. 

*Bilgiler genel olarak Wikipedia ve İz Dergisi'nden alındı.
Nick Brandt'in resmi facebook sayfası: http://www.facebook.com/pages/Nick-Brandt/161975326086
resmi sitesi: http://www.nickbrandt.com/
Nick Brandt'in diğer fotoğraflarından seçkiler: 
fotoğrafların sonunda Nick Brandt'in Big Life Foundation ile ilgili İz Dergisi'ndeki yazısını bulabilirsiniz.
































Büyük Yaşam Vakfı:  Nick Brandt'in İz Dergisi'ndeki yazısı
Şu fotoğraftaki file bir bakın. Elli bir yıldır Doğu Afrika ormanları ve ovalarında dolaşıyordu, öylesine rahattı ki 2007'de fotoğrafını çekerken iyice yanına yaklaşabildim. İki yıl sonra, Ekim 2009'da, dişleri için kaçak avcılarca öldürüldü.
Doğu Afrika'nın Amboseli bölgesinde -Kenya ve tanzanya arasında Klimenjaro'nun gölgesinde uzanan 80 bin hektarlık olağanüstü bir ekosistem- bu fil, kaçak avcılarca son birkaç yılda öldürülen pek çok filden sadece biri. Aslında kitabımda yeralan büyük dişli fillerin çoğu fildişi için kaçak avcılarla öldürülmüş bulunuyor.
2008'den beri fildişine Çin'den ve Uzak Doğu'dan giderek büyüyen bir talep var. Fildişi fiyatlarının kilosu 2004'te 200 dolarken bugün 5000 dolardan fazla. Kimi uzmanların hesabına göre her yıl 35 bin fil katlediliyor, yani yalnızca Afrika fil nüfusunun her yıl yüzde onu.
Ve bu katliam yalnızca fillerle sınırlı değil. Öğütülmüş gergedan boynuzunun 30 gramı şu anda şu anda 30 gram altından pahalı. Afrika'da 20 bin aslan kalmış durumda -yalnızca son 20 yılda korkunç bir yüzde 90 azalma- artık koruma alanlarının dışında hiç aslan yok ve hatta bu sınırların dışında dolaşırlarsa zehirleniyorlar. Bu yalnızca nüfus baskısından kaynaklanan bir durum değil: Çin'de artık kaplan çok azaldığı için kimi organları için öldürülüyorlar. 
Düzlüklerin hayvanları da katlediliyor: zürafalar bu bölgede eti için giderek daha fazla avlanır oldular. Zebralar için de sözleşmeler yapılıyor artık çünkü Asya'da zebra postları pek revaçta. 
Amboseli ekosistemi, ki kanımca Doğu Afrika'daki en büyük fil nüfusuna sahip, şimdiye dek hep çok güçsüz oldu çünkü yeterli mali destek görmüyor ne devletten ne de sayıları pek az olan yardım örgütlerinden.
Bütün bunları düşününce farkettim ki artık bu olağanüstü ekosistemi ve hayvanlarının yok oluşunu yalnızca seyretmekle kalamam. Dolayısıyla Eylül 2010'da Büyük Yaşam Vakfı'nı (Big Life Foundation) kurdum. Su içen fil kadersiz poster bebeğimiz oldu, evi de -Amboseli Ekosistemi- pilot projemiz.
Tam donanımlı pek çok korucu ekibimiz bütün bölgenin kritik noktalarında yeni yaptığımız ileri karakollara yerleştirildiler. Şimdiye kadar, kuruluşumuzdan 8 ay gibi kısa bir süre sonra, Big Life 120 üzerinde korucuyu işe aldı, 14 ileri karakolu inşa etti veya büyüttü ve 14 araç satın aldı. Hepsinde en son teknoloji ürünü gece görüşlü aletler, uzaktan denetleme ve en önemlisi büyük bir bilgilendirme ağına sahipler.
Ağustos 2011'de bu yeni düzeydeki koordineli koruma ile ekosistem bölgesinde hayvanların kaçak avlanmasında ciddi bir düşüş sağlamıştır. Diğer gelişmeler arasında en önemlisi, en uzun zamandır kötü bir şekilde ve en çok avlanan kaçakçılardan bazıları Big Life ekiplerince tutuklandılar. Böylece kaçak avlananlara hızla güçlü bir mesaj vermiş oluyoruz: Yaban yaşamı öldürmek artık her zamankinden daha tehlikeli, her an tutuklanabilirsiniz.
Ancak Big Life'ın henüz olmadığı yerlerde kaçak avlanma tüm hızıyla devam ediyor. Büyük ilerleme kaydetmiş olsak da korucu, kamp ve araç sayılarımızı ikiye katlamamız gerekiyor Amboseli ekosisteminde.
Bölgede uzun vadeli ve sürdürülebilen operasyonlar hedefimize ulaştığımızda Doğu Afrika'da bu artan kaçak avlanma derdiyle acil olarak ilgilenilmesi gereken diğer yerlere de destek vermeyi istiyoruz. Çünkü fildişi, gergedan boynuzu ve başka yaban hayvan parçalarına olan yasadışı talep büyüdükçe, bu yeri doldurulamaz yaratıkları öldürerek kolay kazanç karşısında direnemeyenler pek çok olacaktır. 
Afrika, oradaki hayvanlar yüzünden Afrika'dır. Filler, aslanlar, zürafalar, çitalar, gergedanlar, ki hepsi imgelemimizde yerini almış güçlü, derin duygusal ve mitolojik birer ikondur. Ne yazık ki varoluşları ciddi bir tehlike altında. Bu hızla gelecek kuşakla birlikte yok olacaklar. Ve Afrika hayvanları olmadan ruhsuz bir kıta olarak kalacaktır. Çok yakında sizin ve gelecek kuşakların yalnızca filleri ve aslanları hayvanat bahçelerinin açıklı ortamında göreceği bir dünya düşünün. Big Life Foundation bu olağanüstü hayvanları koruyarak hem onlar hem bizim için daha iyi bir gelecek umuduyla çok çalışıyor ve şu ana kadar akan kanı durdurmada başarılı oldu.   

29.9.11

Damages'in Kötüleri

Hayatımın en tembel ve depresif dönemlerinden birini geçirdiğim şu son dört beş ayda, kayda değer  yaptığım tek şey, ruh halime de uygun olan psikopat Damages dizisinin dört sezonunu izlemek oldu. Psikopat diyorum çünkü dizinin konusu her sezon sonuna doğru psikopata bağlıyor. 

Damages, bir avukatlık dizisi ama bildiğimiz avukatlık dizileriyle uzaktan yakından alakası yok.  Dört sezon boyunca bir mahkeme salonu bile görmedik mesela. Koca bir sezon sadece bir dava ile geçiyor. Avukatlar daha çok dedektiflik yapıyor ya da komplo kuruyor, hatta herşey baştan aşağı komplo bu dizide. Hiçkimsenin ne dediğine ne yaptığına güvenmemek lazım. Ama her zaman her şeyi en doğru sezebilen Patty Hewes oluyor. Patty Hewes dizimizin ana karakteri. Hewes ve Ortakları isimli  acayip ünlü bir hukuk firması olan, New York'un en ünlü avukatlarından biri. Milyon hatta milyar dolarlık davalarla ilgileniyor. İlk sezon yeni mezun Ellen Parsons'un Hewes'ün şirketine alınmasıyla birlikte, Hewes ve Parsons arasındaki garip ilişkili hikaye başlıyor. Dört sezon boyunca kimi zaman düşman, kimi zaman dost olan ikili, dokunulmaz denilen bir çok büyük kötü adamı da yerle bir ediyor. 

Dizinin en güzel tarafı kurgusu bana göre. Her sezonun sonu en baştan belli. Flashforwardların en etkin ve en doğru kullanıldığı yegane dizidir Damages. Her bölüm azar azar verilen flashforwardlar sayesinde, izleyicinin merakını belli bir düzeyde tutmayı başarıyor. 

Damages ile ilgili yazılabilecek çok şey var. Başta senaryosu ve kurgusu hakkında çok konuşmak lazım aslında, sonra da muhteşem işler çıkaran başrol oyuncuları Glenn Close ve Rose Byrne hakkında. Ama bu dizide benim dikkatimi daha çok yardımcı roller çekti. Bir kere her sezon çok başarılı bir yardımcı oyuncu seçimi yapmışlar. Sanki her sezonda pek kötü ana karakter, onun yanında da biraz daha vicdanlı, nispeten daha az kötü bir karakter var gibi. Şimdi bunlara bir bakalım:

Yazının bundan sonrası bol bol spoiler içeriyor. 

Cheers dizisinden tanıdığımız Ted Danson'ı, ilk sezonun kötü adamı Arthur Frobisher rolünde görünce ilk başta çok şaşırdım. Onu kötü adam olarak benimseyebileceğime hiç şans vermemiştim ama ilk bir iki bölüm sonrası Cheers'ın beni güldüren Sam Malone'u yok oldu, o çoktan Damages'daki rolüne cuk oturmuştu. Arthur Frobisher, çalışanlarını iliklerine kadar sömürmüş, onlara batmak üzere olan hisseleri aldırtmış, çalışanlar beş parasız kalırken, o bu durumdan kazançla sıyırmıştır. Arthur Frobisher, ilginç bir karakter. İş kötülük yapmaya ya da ticaret yapmaya gelince pek zeki, ama sonrasında kendini kandırmaya gelince pek saftrik olabilen bir tip. Yapımcılar da onu enteresan buldukları için sanırım, her sezon bir şekilde karşımıza çıktı Frobisher. Kimi sezon pek kötü, kimi sezon aydınlığa ermiş pek bilge bir şekilde. Ama her halükarda, ne yaptıysa Patty Hewes'ün elinden sıyrılamadı, onun da sonu kodes oldu. Artık beşinci sezonda görmeyiz onu sanırım.
Zeljko Ivanek de Arthur Frobisher'ın avukatı rolünde,  garip aksanı, baygın bakışları ile şahane bir iş çıkardı. Frobisher'ı savunmayı, ona akıl vermeyi sürdürürken yaşadığı vicdan azabını müthiş şekilde gösterdi. Zaten bu da ödülsüz kalmadı, 2008 yardımcı erkek oyuncu emmy'sini evine götürdü. Aynı sene Glenn Close da en iyi kadın oyuncu seçilmişti. 
Ama çok iyi bir iş çıkaran biri daha var, o da 3.sezonda Arthur Frobisher, hayatını filme çekmek isterken oynattığı deneme rolünde Ray Fiske'i taklit eden adam... O ne güzel taklitti öyle.

2.sezonda Hewes ve ekibinin, bir çevre felaketine yol açan ama bundan bir şekilde sıyıran UNR şirketine karşı savaşını izliyoruz. Şirketin çevre analisti olan ve aynı zamanda Patty Hewes'la çok derin mazileri bulunan Daniell Purcell'i William Hurt canlandırıyor. Daniell Purcell başlangıçta işinin erbabı, sakin ve ağırbaşlı görünse de bölmler ilerledikçe pek fena bir adam olduğunu anlıyoruz. Bu noktada William Hurt bu çelişkili adamı pek güzel canlandırıyor. 
Sezonun diğer kötüsü, şirketin avukatı Claire Maddox'u daha önce hiç böyle bir rolde görmediğim Marcia Gay Harden canlandırıyor. The Mist'teki pek dindar tip Mrs.Carmony'den sonra onu böyle pek seksi ve pek hırslı görmek değişik geldi başta. Ama iyi oyuncu olmak böyle bişey galiba, başta pek şaşırdığım tiplemelere çok çabuk alışıyorum. Maddox, bu sezonun nispeten az kötü karakteri. Sezonun sonlarına kadar masum olduğuna inanarak savunuyor şirketini. Çok hırslı ve kendini başarıya adamış bu tiplemeyi Hewes ile karşı karşıya görmek zevkli oluyor. Arasıra kariyer mi, aile mi gibi ikilemlere girse de, o belli ki kariyer kadını. 

3. sezon kötüleri, benim favorilerim galiba. Bu sezonda da, hissedarlarını oyuna getirip sömüren Tobin ailesi ile karşı karşıya Hewes. Ailenin büyük oğlu, herşeyden habersiz, masum bir aile babası olan ama zamanla tüm kötülere taş çıkartan  Joe Tobin'i Campbell Scott canlandırıyor. Ah ah nerde o gençliğimin filmi 'Dying Young' taki masum hasta ve yakışıklı Victor. Burda da pek masum gözükse de içinden şeytan çıkıyor resmen. 
En sevdiğim yardımcı kötü de, şirketin avukatı Leonard Winstone'u canlandıran Martin Short. Komedi filmlerinde görmeye alışık olduğumuz hatta 'İçimde biri var' filmindeki rolü aklımdan çıkmayan Martin Short'u bu sezonda görünce çok eski bir dostu görmüş kadar sevindim. Kendini ailenin oğlu gibi gören, kendini aileyi korumaya adamış sadık avukat rolünde çok çok güzel duruyor. Neyse en azından onun sonu diğer kötüler gibi olmadı diye mutlu oldum sezon sonunda. 

Geldik 4.sezona. Bence eski sezonlara nispeten çok daha ağır ve sıkıcı gidiyor senaryo. Önceki sezonlarda, her bölüm sonunda 'hadi bi bölüm daha izleyeyim' diye yanıp kavrulurken, bu sezonda biraz kendimi zorlayarak izledim bölümleri. Ama yine de kötülerimiz, eski sezonlardan eksik kalmayacak hatta onları geçebilecek derecede kötü ve başarılılar. Bu sezon Ellen Parsons, kafayı High Star şirketini çökertmekle bozuyor. Başta Patty bile 'aman, çok tehlikeli, yapamazsın' dese de Ellen koymuş kafaya bir kere. Şirketin başı Howard Erickson'u, yine komedi filmlerinde görmeye alıştığımız John Goodman canlandırmış. 'John Goodman'dan da kötü adam olur muymuş' diyebilirsiniz benim gibi ama olurmuş olurmuş, pek güzel de olmuş. Ama bu sezonun vicdanlı kötüsü o. Her ne kadar çok kötülük yapsa da her daim bir vicdan sızlaması görüyoruz kendisinde. 
Ama bu sezon Dylan Baker'ın canlandırdığı Jerry Boorman varki, işte en esaslı, en hakikatli kötü budur dedirtiyor insana. Hiçbir vicdan yapmadan yıktı geçti ortalığı tüm sezon, elinden kimse kurtulamadı. Ama onun da pek esaslı bir bahanesi varmış, hatta aşk adamıymış, tamam ama bu kadar da abartılmaz ki kardeşim. İstisnasız en kötü seni seçtim Dylan Baker. 

Dizinin beşinci sezonu yine on bölüm olarak çekilecek, orası kesinleşmiş.Bakalım beşinci sezonda kimler çıkacak karşımıza? Merakla bekliyoruz...

13.5.11

Patti Smith - Çoluk Çocuk

Hani bazı kitaplar bittiğinde, sonuna geldiğiniz için sevinir ama bu güzel birliktelik bittiği için de üzülürsünüz ya işte ben öyle oldum Patti Smith'in yazmış olduğu Çoluk Çocuk kitabını bitirince. Hem de nasıl üzüldüm, kitabı elimden bırakmak istemedim bir süre, beni götürdüğü 60'lar, 70'lerden, o buram buram sanat kokan hayattan kopmak istemedim. 

Patti Smith'in iyi bir şair, iyi bir şarkıcı olduğunu bilirdim de, bu kadar iyi bir yazar olabileceği aklıma gelmezdi. Ona olan hayranlığım ve saygım kat kat arttı.

Kitap bir nevi biyografi fakat daha çok Patti Smith'in Robert Mapplethorn ile beraber olduğu yıllara odaklanıyor. Robert ölmeden hemen önce, hayatlarını anlatan bir kitap yazmayı ona söz verdiği için, bu kitabı kaleme almış Patti Smith. İkili, hikaye boyunca zaman zaman iki iyi sevgili, zaman zaman iki iyi dost olmuş.


Kitabı okuduğum zamanlarda, Robert ile Patti'nin sanatçı olma tutkularını ve sanat camiasına kabul edilme sancılarını ben de yaşadım sanki. 60'lar, 70'ler New York'unda, kimi henüz ünlü olmamış efsane isimlerle onlarla beraber ben de tanıştım. Çoğu zaman çektikleri sefaleti iliklerime kadar hissettim, onlar başarılı oldukça, şöhretleri arttıkça ben de mutlu oldum.

Patti Smith o kadar içten ve saflıkla yazmış ki, kitabın içine girip o yıllarda yaşamak, onlarla takılmak istedim. Ben de dönemin sanatçılarını ya da sanatçı olma arzusunda olanları misafir eden Chelsea Otel'de bir oda tutmak, onlarla Max's'in yuvarlak masasında yemek yemek istedim. 

Sanatçı olmak öyle kolay değilmiş dostlar. Zorluklarını bir bir anladım kitabı okurken. Patti Smith, New York'a geldiği ilk günlerde açlık ve sefalet içinde dolaşırken, nasıl bu kadar kararlı olabilmiş davası uğruna, aklım almadı. Nasıl da inat etmiş dönmemiş ailesinin yanına.


Bu kitabın bir özeti gibi olacak ama yeri gelmişken Patti Smith'in kısa bir biyografisini yazmak iyi olur diye düşünüyorum. Zaten uzun zamandır istiyordum böyle birşeyi:


Patti Smith, 1946'daki büyük tipi sırasında, Chicago'nun kuzey yakasında bir Pazartesi günü, bronşit zatüreyle, uzun ve sıska bir bebek olarak dünyaya gelir. Babası onu buharı tüten bir leğenin üzerinde tutarak hayatta kalmasını sağlar. 1948'de kızkardeşi Linda doğar. Annesi erkek kardeşi Tod'a hamile kaldığında sıkış tepiş dairelerinden ayrılıp Pensnsylvania Germantown'a taşınır Smith ailesi.


Annesi Patti'ye dua etmeyi öğrettiğinde, içindeki o meraklı kız açığa çıkar. Annesini soru yağmuruna tutar: ruh nedir? ne renktir? uyuduğunda ruhu kaçar, sonra geri dönmez diye korktuğu için uyumayaya çalışır. Merakını dindirmek için annesi onu Pazar okuluna yazdırır. Burada Kutsal kitaptan ayetler ve İsa'nın sözlerini ezberler. Tanrı fikrini çabucak kabullenir: "Gökyüzünde akan yıldızlar misali, hareketli bir varlığın yukarılarda biryerlerde olduğunu hayal etmek mutluluk vericiydi." 


Bir süre sonra kendi dualarını yazması için annesinden izin ister. Muhtemelen ilk şiirleri bu dualar olur. Bitip tükenmeyen hayaller, planlarla dolu sözlü mektuplar yazmaya başlar. Dualara olan tutkusu zaman içinde kitaplara duyduğu sevginin gölgesinde kalır. Annesinin, elinde bir sigara ve kahve ile kucağındaki kitaba dalıp gitmiş hali onu da kitaplara çeker. Kitapların büyülü dünyasına dalar, bir süre sonra kendini ifade etme dürtüsü sonucunda hayalgücünün meyvelerini toplarken ilk gönüllü suç ortakları kardeşlerine öykülerini dinletir, oyunlarında istekle yer alırlar, savaşlarında cesurca dövüşürler. Demek ki yazar ya da şair olacak kişi çocukluğundan belli olur.


Aile New Jersey'e taşındığında ailenin son üyesi, Kimberly de katılır aileye. Bu sıralar da büyümekte olan Patti, okuduğu Küçük Kadınlar kitabındaki, edebiyat dünyasına girmek için çabalayan erkek fatma Jo'dan çok etkilenir. Jo ona yeni bir amaç için cesaret verir. Kısa hikayeler oluşturmaya başlar. 12 yaşında iken babası onu ve kardeşlerini Philadelphia Sanat Müzesi'ne götürür. Sanat ile ilk karşılaşması olan o gün onda büyük etki yaratır. Şöyle der: "İçin için ortaya çıkan şu gerçeğin etkisiyle değiştiğimi biliyordum; insanoğlu sanat yaratabiliyordu ve sanatçı olmak başkalarının göremediği şeyleri görmek demekti. Sanatçı olmak için gerekenlere sahip olduğuma dair bir kanıtım yoktu, fakat sanatçı olmak için yanıp tutuşuyordum."


Annesi ona on altıncı yaş gününde The Fabulous Life of Diego Rivera adlı kitabı hediye eder. Kendisini Diego'nun Frida'sı olarak hayal eder, hem ilham perisi hem de sanatçı. Bir sanatçıyla tanışıp onu sevmenin, ona destek olmanın ve onunla yanyana çalışmanın hayallerini kurar.


Robert Michael Mapplethorpe, 4 Kasım 1946'da bir pazartesi günü, altı çocuğun üçüncüsü olarak doğdu. İyi huylu ve utangaçtı. Çok erken yaşlarda bile heyecanı ve heyecan yaratmayı severdi.


Renklendirme onu heyecanlandırıyordu, boşluğu doldurmak değil de başka hiçkimsenin yapamayacağı şekilde renkleri seçmek onu heyecanlandırıyordu. Çizime karşı bir yeteneği vardı. Bir sanatçıydı, bunu biliyordu. Bu çoçukca bir his değildi, sadece ne olduğunun farkına varmıştı.


Annesi oğlu için kilisede bir gelecek hayal ediyordu. Robert, kiliseden hoşlansa da bu daha çok gizli yerlere, kutsal şeylere, yasak odalara ulaşmanın heyecanıydı. Kiliseyle dinsel anlamda bir ilgisi yoktu, ilgisi daha çok estetik olanaydı. Evde yaşadığı sürece itaatkar oğul olmak için elinden geleni yaptı hatta eğitimini bile babasının isteği doğrultusunda 'Grafik sanatı' olarak seçti. Eğer kendi başına bir şeyler keşfettiyse bunu kendine sakladı.




1966 yıllarında Patti, yazları fabrikada çalışırken, yılın geri kalan kısmında Glassboro Devlet Öğretmen okuluna devam ediyordu. En büyük çocuk olarak ailenin gururuydu, üniversite okuyordu. Babasına göre koca bulabilecek kadar çekici değildi, öğretmenlik ona ihtiyacı olan güvenceyi verebilirdi. Fakat o yaz başını derde soktu. Kendisinden bile tecrübesiz bir oğlanla yattı ve hemen hamile kaldı. Seks ve evliliğin eşanlamlı olduğu günlerdi, komşuların meraklı bakışlarından kaçabilmek için güneyde kendine vasi bir aile buldu ve onların yanına taşındı. Fabrikayı ve üniversiteyi bıraktı. Kaderinde öğretmenlik yapmak olmadığını biliyordu.


Rock'n Roll sevgisi başlamıştı. Yakın arkadaşı Janet Hamill ile saatlerce Beatles mı, Rolling Stones mu tartışması yaparlar, Bob Dylan'a taparlardı. Bob Dylan motorsiklet kazası geçirdiğinde onun için mumlar yaktılar. "Light My Fire" ı defalarca dinleyip, 'Blow Up' filmindeki gibi kısacık etekler giydiler.


Paskalya tatilinden sonra ailesi onu aldı, doğum sancıları başladı, uzun ve sancılı bir doğumun ardından sağlıklı doğan bebeğini, ona iyi bakılacağından emin olduğu bir aileye verdi. 1967 ilkbaharında kendine çeki düzen vermişti, Philadelphia'da bir fabrikada asgari ücretle çalışıyordu ama hala bir sanatçı olduğu umuduna tutunuyordu. Arthur Rimbaud'un mistik havasına bayılıyor, 'Illuminations'ı elinden düşürmüyordu. Fabrikadaki huysuz ve cahil kadınlar tarafından onun adıyla taciz ediliyordu. Yabancı dilde kitap okuduğu için komünist olduğunu düşünüyorlar, tuvalette sıkıştırıyorlardı. 'Illuminations'ı bir bavula koydu, beraber kaçacaklardı. 3 Temmuz Pazartesi günü gözyaşlarıyla dolu bir vedadan sonra evinden ayrıldı.


Sarı kırmızı ekoseli bavulunun içinde birkaç çizim kalemi, bir defter, Illuminations, birkaç parça giysi ve küçük kardeşlerinin resimleri vardı. O gün Pazartesiydi, o da bir Pazartesi günü doğmuştu. New York'a gitmek için iyi bir gündü. Gideceğini kimse bilmiyordu ancak herşey onu bekliyordu. 

New York'ta ilk haftalar iş bulma umuduyla açlık ve sefalet içinde geçti. Hergün özgürce şehri keşfetmeye çalışıyor, iş arıyor, geceleri de kapı eşiklerinde, metro trenlerinde, hatta mezarlıklarda, nerede yer bulursa orada yabancı bir el tarafından sarsılana kadar uyuyordu. 

Times meydanında Joe'nun yeri isimli bir İtalyan restoranında işe başladı ama ilk mesaisinin üçüncü saatinde bir müşterinin üstüne peynirli et yemeği dökünce kovuldu. Garsonluğu asla beceremeyeciğinin bilinciyle, annesinin verdiği üniformasını bir umumi tuvalete bıraktı. Sokaklarda yaşamaya alıştıysa da içini kemiren sürekli açlığa hazırlıklı değildi. Bir işe ihtiyacı vardı. Brentano Kitabevi'nde kasiyer olarak işe alınınca rahatladı.  


Kasanın yanında etnik takılar ve el işleri vardı, görevlerinden biri onların etiketlerini kasaya girmekti. Takıların içinde en çok mutevazi İran kolyesini seviyordu, onunla bir bağ kurmuştu, müşteri olmadığı zaman kutusundan çıkarıp mor yüzeyine işlenmiş harflere bakar, nereden geldiğine dair hikayeler uydururdu. Birgün kitabevine bir delikanlı geldi ve 'şunu istiyorum' dedi İran kolyesini göstererek. 'Ah, o benim de favorim' dedi Patti. Sevdiği tek parçayı istemesi hoşuna gitse de, kolyenin gidiyor olmasına üzülmüştü. Sarıp paketi ona uzattıktan sonra 'Sakın benden başka bir kıza verme onu' deyiverdi. Utanmıştı ama delikanlı gülümsedi. 'Vermem' dedi. Delikanlı Robert' tı.

Birgün bir bilimkurgu yazarı Patti'ye akşam yemeği teklif etti, teklifi kabul etmek istemese de çok açtı. Yemek sonrası parkta otururken adam Patti'yi evini götürmek istedi. Adamdan bir şekilde kaçması gerekiyordu. Parkta boynunda boncuk kolyeler dizili, hippi görünümlü Robert'ı gördü. Ondan erkek arkadaşı gibi davranmasını rica etti. Robert kabul etti. Adamdan kurtulunca sabaha dek birlikte elele dolaştılar. Patti kimsenin yanında olmadığı kadar yakın hissetti Robert'a. Bir cazibesi vardı, içinde tatlı, yaramaz, utangaç ve korumacı birşeyler olan cazibe. Robert ona çizimlerini gösterdi. Bunlar sanki bilinçaltından çıkmış çizim ve resimlerdi. Her ikisi de yalnızlıklarını geride bırakmış yerine güven duygusunu koymuşlardı. Kitaplara ve çizimlere bakarak geçen gecenin ardından birbirlerinin kollarında uyuyakaldılar. Uyandığında, Robert'ın çarpık gülümsemesiyle karşılaşınca onun şövalyesi olduğunu anladı. Sonra sanki dünyanın en doğal şeyiymiş gibi işe gittikleri zamanlar dışında hiç ayrılmadılar. Masalsı bir birliktelik başlamıştı.


Fazla paraları yoktu ama mutluydular. Hall sokağında üç katlı tuğla bir binada daire buldular. Dairenin şartları korkunç olsa da zamanla çekip çevirdiler, temizlediler. İkisinin de çizimleri vardı, bir de birbirlerine sahiptiler. Hall Sokağındaki ilk gecelerinde Robert sözünü tutarak Patti'ye İran Kolyesini verdi. Konsere ya da sinemaya gidecek paraları yoktu, ellerindeki plakları döne döne dinlerlerdi. Bir yaz günü, en güzel elbiselerini giyip Washington Meydanı'na gittiler. Termostaki kahveyi yudumlayıp, dalga dalga gelen turistleri, kafası güzel tipleri ve şarkıcıları izliyorlardı. Yaşlıca bir çift alenen önlerinde durup onları incelemeye başladı.
"Hadi, fotoğraflarını çek" dedi kadın, hayretler içindeki kocasına. "Sanatçılar galiba"
"Hadi canım" dedi adam, omuz silkerek. "Bunlar çoluk çocuk"


Zaman zaman işsiz kalıyorlardı, çoğu zaman karınlarını doyuracak parayı zor buluyorlardı. Robert bu durum için çok kederleniyordu. Patti sonunda saygın bir kitabevinde iş buldu. Durumları çok düzelmese de nispeten daha rahattılar. Robert'ın çizimleri Patti'nin çok ilgisini çekiyordu. Her ne kadar farklı yönlere de gitseler, Robert'ın görsel dağarcığı Patti'nin şiirsel kelimelerine fazlasıyla yakındı. Patti, Robert'ın içinde onun henüz bilmediği koskoca bir everen taşıdığını düşünürdü. Robert kendine Duchamp ve Warhol'u örnek almıştı. Yüksek sanat ve yüksek sosyete, her ikisine de çok özeniyordu. Saatlerce resim yapıp kendilerini kaybediyorlardı, o mutluluğu bir başkasının anlaması çok zordu.


1968 yazında ilk ayrılık oldu. Evleri ayırdılar. Robert San Francisco'ya gitti. Yine de birbirlerinden kopmamışlardı. Robert San Francisco'dan döndüğünde, bir çeşit cinsel uyanış yaşamış, bambaşka bir insan olarak dönmüştü. Yine de Patti'yle ilişkilerini bir şekilde devam ettirmek istiyordu. Patti ayak direrken Robert, Terry isimli bir delikanlı ile tanıştı ve ilk erkek erkeğe ilişkisi başladı. Robert ve Terry aracılığıyla eşcinselliğin son derece normal bir varoluş biçimi olduğunu gözlemledi. Yine de içinde bir şeyler kopmuştu. Üçü arasında olumsuz birşey yaşanmasa da, uzun uzun ağlama nöbetlerine giriyordu. Bir süre sonra her ikisi de başka insanlara kendilerini verdikten, bocaladıktan ve herkesi kaybettikten sonra yine birbirlerini buldular. Zaten istedikleri de bu gibiydi. Yanyana yaratacakları bir sevgili ve arkadaş. Hem sadık hem de özgür olmayı isteyen.


Patti, o sene para biriktirip kardeşi ile birlikte Paris'e uzun bir gezi yaptı. Döndüğünde Robert, diş eti iltihabı ve yüksek ateşten çok bitkin düşmüştü. Kaldıkları evin önünde bir de cinayet olunca, oradan ayrılmak zorunda kaldılar. Birlikte yaşadıkları hayatın en düşkün günleri başlamak üzereydi. 8. Cadde'de Allerton Otel'e gittiler. Etraf sidik ve böcek ilacı kokuyor, paslanmış musluktan su akmıyordu. Otel evsizler ve esrarkeşler ile doluydu. Patti ilk defa sanat yapma peşinde olmaktan pişmanlık duymuştu. Robert gittikçe daha kötü oluyordu ve onu bu ortamdan kurtarması gerekirdi. Hiç paraları yoktu. Yine de 'Herşey yoluna girecek'dedi Robert'a. 'Ben işe döneceim , sen de iyileşeceksin' dedi. Tek başlarına ayakta kalabilecelekrinden emin olana kadar birbirlerini asla bırakmamaya söz verdiler. Bir taksiye atladılar ve taksiciye 'Chelsea Otel' dediler.


                


Chelsea Otel, devrin sanatçılarının ya da sanatçı olma arzusunda olanların kaldığı bir oteldi. Sanatsal çalışmalar teminat olarak gösterilip kalınabiliyordu. Patti de, Robert'la ikisinin çizimlerini gösterdi ve bir oda kaptı. Robert'ı otelin doktoruna gösterdiler, Patti eski çalıştığı kitabevindeki işine geri döndü.


Otele giriş yaparken orada yaşamanın nasıl olduğuna dair bir fikirleri yoktu ama kısa sürede anladılar ki bu büyük bit şanstı. Bu eksantrik ve lanetli otel onlara güven duygusu ve yıldızlara yaraşır bir eğitim fırsatı bahşetmişti. Etraflarını saran iyi niyet haresi, kaderin bu hevesli çocukları gözettiğinin bir kanıtydı. Chelsea her biri bir evreni barındıran yüzlerce odasıyla Alacakaranlık Kuşağı'ndaki bir bebek evi gibiydi. Koridorlarında dolaşıp, ölmüş ya da hayatta olsun bu otelde yaşayan ruhları aramaya çıkardı. Arthur C.Clarke, Bob Dylan, Edie Sedgwick, Oscar Wilde burada yaşayan ünlü isimlerden sadece birkaçıydı.


Max's isimli restorana takılmaya başladılar çünkü Robert, Andy Warhol'un dünyasına girebilmek istiyordu. Andy Warhol da yakın zamana kadar Max's mudavimlerindendi. Andy Warhol ve takımı, kırmızı ışıkla yıkanan siyah odadaki efsanevi yuvarlak masada otururlardı ama Warhol vurulduktan sonra pek dışarı çıkmaz olmuştu ve artık mekana uğramıyordu. O efsanevi yuvarlak masa  Bob Dylan, Janis Joplin, Velvet Underground gibi asilzadeleri de konuk etmişti.


Chelsea'de o zamanlar hiç yakın olmadıkları kadar yakın olmuşlardı ancak yakında mutlulukları Robert'ın para kaygısı yüzünden gölgelenecekti. Patti'nin parayı kazanıyor oluşuna sıkılıyordu. Sürekli galerileri turluyor, çalışmalarını gösteriyor ama çoğu zaman morali bozuk halde geliyordu. Para sıkıntısı yüzünden jigololuğu düşünmeye başlamıştı, Patti gitmemesi için yalvardıysa da denemeye kararlıydı.


Jackie Curtis, oyunu Femme Fatale'de Patti'nin rol almasını istedi. Eğlenceli olabilir diye kabul etti.


Bir gün Chelsea'nin lobisinde, şiirlerine gömülmüş halde Robert'ı beklerken, Boby Neuwirth (Bob Dylan'ın öteki beni, ressam, şarkıcı, söz yazarı) onu gördü ve ne yaptığını merak etti. Şiirlerine yakından bakabilmek için onu bir içki içmeye davet etti. Şiirlerini okuduktan sonra; 'Hiç şarkı yazmayı düşündün mü?' Nasıl yanıtlayacağından emin değildi. 'Seni bir sonraki görüşümde bir şarkı yazmış olmanı istiyorum' dedi.Şimdi Patti'nin gerçek bir ödevi vardı ve karşısında bu ödevi yerine getirmeye değer biri vardı.


Robert, hep Patti'nin şarkı söylemesini isterdi, sesini çok severdi. Bu hikayeyi duyunca "Belki seni şarkı söylemeye ikna edecek kişi o olur" dedi, "ama şarkı söylemeni ilk isteyenin kim olduğunu asla unutma"
"Şarkı söylemek istemiyorum, ben sadece onun için şarkı sözü yazmak istiyorum. Ben şarkıcı değil, şarkı sözü yazarı olmak istiyorum" diye cevap verdi Patti. 
"İkisi de olabilirsin" dedi Robert. Çok da haklıydı. 




Robert, bir gece sınırı aşmış, bir adamla birlikte olmuştu ve bunu para için yapmamıştı. Artık sevgili değildiler ama beraber yaşamaya devam ettiler. Fiziksel bağlarını koparmak kolay değildi fakat Robert'ın erkeklere karşı duyduğu çekim yoğundu. Ama yine de Patti hiçbir zaman daha az sevildiğini hissetmedi. Chelsea'deki odalarında çalışmaları için yeterince alan yoktu. 23.sokakta, geniş pencereleri olan, bol ışıklı bir yer buldular. Ancak paraları iki yere de yetemeyeceği için Chelsea'den ayrılmak zorunda kaldılar. 23. sokağa taşınırken sevgili değildiler. Ön tarafı Patti, arka tarafı Robert kullanacak, aralarında sadece bir kapı olacaktı. Robert, David Croland ile , Patti de Jim'le birlikte olmaya başlamıştı.  Bir gece Max's 'te oyun yazarı Tony Ingrassia ile karşılaştı. Yeni oyunu Island'da onun da rol almasını istiyordu. Patti kabul etti. Oyunlar için cesareti vardı ama yine de bir oyuncunun görkemine ve sıcaklığına sahip olmadığını biliyordu, yine de bu tiyatro süreci ileride çok işine yarayacaktı.

Patti, Temmuz ortalarında ilk gitarının son taksidini ödedi, yanında bir Bob Dylan şarkı kitabı almıştı. Birkaç akor öğrenmişti. İlk şarkısını, şiir olarak yazdığı 'Fire of Unknown Origin'e yaptı.

Ölüm, bir hanımefendinin elbisesi gibi koridorda yerleri süpürerek gelir
Ölüm, en iyi pazar kıyafetiyle otoyolda araba sürerken gelir
Ölüm gelir, elimden birşey gelmez
Ölüm giderken arkada bir şeyler kalmalı
Kaynağı bilinmeyen bir yangın bebeğimi benden aldı 

O günlerde Janis Joplin ile tanıştı. Yakın arkadaş oldular. Patti, Rock dergileri için müzik eleştirileri yazmaya başlamıştı: Crawdaddy, Circus, Rollin Stone. Robert, ona bir okuma ayarladı. En iyi şairlerin bile okuma yapmak için can attığı bir forumdu bu. Arkadaşları okumaya müzik de eklemesini tavsiye ettiler. Lenny Kaye'den rica etti:
"Elektrogitarla bir araba kazası çalabilir misin?"diye sordu ona.
"Evet, bunu yapabilirim" dedi tereddüt etmeden ve Patti'ye eşlik etmeyi kabul etti. 

Şiirin kutsal topraklarında elektro gitarla yapılan okuma çok büyük etki yarattı. Ardından Patti'ye teklif yağmuru başladı. Şiir kitabı ve plak tekliflerini garip bir biçimde geri çevirdi. Sanki çok kolay olmuştu. Robert için hiçbirşey bu kadar kolay olmamıştı. Bu sebeble geri çekilmeye karar verdi. 

Robert, fotoğrafçılığa doğru kaymaya başlamıştı. Hayatına önemli biri girdi. Metropalitan Sanat Müzesinin fotoğraf kuratörü John McKendry ile tanıştı. John McKendry, New York yüksek sosyetesinin önemli bir üyesi Maxime de la Falaise ile evliydi. John ve Maxime, Robert'a hayallerindeki dünyanın kapısını aralamışlardı. Robert, müzedeki sergilenmemiş çok önemli fotoğraflara ulaşabiliyordu. Onun için bir hazineydi. John, Robert'a bir Polaroid makine hediye etti, film alabilmesi için bir miktar destek de sağladı. Fotoğrafçılığa John sayesinde çok hızlı bir giriş yaptı. Ardından kalan hayatını paylaşacağı çok önemli bir adam hayatına girdi: Sam Wagstaff. Heykelsi bir duruşa sahip Sam, olumlu ve meraklı bir doğaya sahipti ve eşcinsel olmanın getirdiği zorluklarla kendine işkence etmiyordu. Sam, Robert'ın çalışmaları için mükemmel bir taraftar ve destekçi oldu. Kader tarafından tayin edilen birleşmelerini mühürleyen gerçek de, arada yirmibeş yıl olsa da, Sam ve Robert'ın doğumgünlerinin aynı olmasıydı. 

Artık tamamen ayrılmaya hazırdılar, ayrı yollara gittiler ama yine de yürüyüş mesafesinde idiler. Patti, barlarda şiir okumaları yapıyordu. Birgün kendi kendine organize ettiği bir şiir okumasına bu denli yüksek katılım olması arkadaşı Jane'i tetikledi. Patti'nin şiirini daha geniş kitlelere ulaştırmanın yolunu arıyordu. Patti üç şiir kitabı da çıkarmıştı: Kodak, Seventh Heaven, Witt. 

Rimbaud'un ölüm yıldönümünde "Rock and Rimbaud" performanslarının ilkini yine gitarist Lenny Kaye ile birlikte gerçekleştirdiler. Program, Patti'nin Rimbaud sevgisini ifade eden şiir ve şarkılardan oluşuyordu. Kimlerin geldiğini görmek için kalabalığa baktığında şaşırdı. Steve Paul'den Susan Sontag'a kadar herkes oradaydı.İlk kez, bunun bir seferlik kalmayabileceğini, daha büyük bir şeye dönüştürebileceğini düşündü. Üçüncü bir grup elemanı bulabilmek amacıyla birkaç klavyeci çağırdılar. Richard Sohl, grubun üçüncü üyesi oldu. Gittikçe artan kalabalıklara okuma yapmaya başladılar. İlk single'ı kaydetmeye karar verdiler. Canlı performanslarında yarattıkları etkinin plağa nasıl aktarılabileceğini görmek istiyorlardı. Jimi Hendrix'in stüdyosu Electric Lady'den randevu aldılar. Jimi'ye saygılarından dolayı ilk olarak 'Hey Joe' yu kaydettiler. On beş dakikaları kalmıştı. 'Piss Factory' i denemeye karar verdiler. Küçük bir fabrikada 1500 adet basıp kitabevi ve müzik dükkanlarına dağıttılar. Bir zamanlar takıldıkları Max's 'in müzik kutusunda artık şarkıları çalıyordu. 'Piss Factory' 'Hey Joe'ya  göre daha popüler olmuştu. Bu durum kendi çalışmalarına konsantre olmak için onlara ilham verdi. İkinci gitarist Ivan Kral'ı da gruba eklediler. Kendilerini sons of Liberty gibi görüyorlardı. Misyonları Rock'n Roll'un devrimci ruhunu korumak, savunmak ve yansıtmaktı. Bir Mayıs'ta Clive Davis, Arista plakçılık ile bir kontrat teklifi verdi, Patti ayın yedisinde imzaladı. Onlardan biri olacak, onları değiştirmeyip ileriye götürecek bir kişiye daha ihtiyaçları vardı: bir davulcuya. Jay Dee Daugherty iki haftayı geçmeden bir parçaları oluvermişti, tam aradıkları kişiydi. Artık Patti, bir rock grubunun lideri olduğu için gurur duymaktan kendini alamıyordu.

2 Eylül 1975'te Electric Lady stüdyosunun kapılarını açtılar. Sonraki beş hafta boyunca ilk albümü 'Horses' ın kayıt ve miksaj işleri için uğraştılar. Vokal kabinine ilk girdiği andan itibaren aklında şunlar vardı: Ergenliğinin zorlu günlerinde rock'n roll'a duyduğu minnet... Dans ederken duyduğu çoşku... İnsanın kendi eylemlerinin sorumluluğunu alması fikrinden kazandığı ahlaki güç. 

Tüm bunlar ve onlardan önce yolu açanlara gönderilmiş selamlar 'Horses' ta mevcuttu. 

'Horses' ın kapak fotoğrafını şüphesiz Robert çekecekti. Robert'ın imgesi, işitsel kılıcının kını olacaktı. Sadece sahici olmasını istiyordu. Temiz bir gömlek giydi.  (Yandaki fotoğraf)

1978'de Robert Miller, Patti'nin çizimlerini gördükten sonra çalışmalarını galerisinde sergilemesini teklif etti.  Patti böylesi bir galeride Robert'sız sergi açamayacağını düşündü. O sıralar Robert iyice fotoğrafa dalmıştı.  Klasik portreler, eşssiz ve seksi çiçekler üretmiş, pornografiyi sanat dünyasına sokmuştu. Sergiye hazırlanmaya başladılar. İlişkilerini temsil eden çalışmalarını biraraya getirmeye karar verdiler. Chelsea Otel ve sonrasında parçaları oldukları tüm dünyalardan insanlar sergiye katılmışlardı. Şair ve sanat eleştirmeni Rene Ricard, sergi hakkında güzel bir yazı yazıp, çalışmalarını "Bir Arkadaşlığın Günlüğü" olarak tanımladı. Bu Patti ve Robert'ın birlikte yaptıkları son sergiydi. Patti'nin grubuyla yetmişlerde yaptığı çalışmaları onu Robert'tan ve ortak evrenlerinden çok uzaklara taşıdı. 

Patti'nin Bruce Springsteen ile birlikte yaptığı ve 'Easter' albümünde yer alan 'Because The Night' şarkısı 1978 yazında top 40 listesinde 13. sıraya kadar yükselerek hit şarkı oldu. Patti, şarkıyı ilk olarak Robert'a dinletti. Robert şarkıya bayıldı. Hayranlık duydu ama haset yoktu. Şaka yaparken kullandığı tonla: 
"Patti" dedi kelimelerin arasını yayarak, "Benden önce ünlü oldun"

Patti, 1979 baharında Fred Sonic Smith'le yeni bir yaşama başlamak üzere New York'u terk etti. Son aşkı olması için seçtiği adamla ilk aşkıyla yaşadığı gibi yaşadı. Robert hep aklında oldu. O, kişisel kozmolojisinin takımyıldızındaki mavi yıldızdı. 

İkinci çocuğuna hamile kaldığını öğrendiğinde Robert'a AIDS teşhisi konmuştu. Fred ile 'Dream of Life' isimli albümü üzerinde çalışıyordu. 

Kızı Jesse Paris Smith, 27 Haziran 1987'de Detroit'de dünyaya geldi. Ertelenen albümü bitirmeye hazırdılar. İki çocuklarını alıp arabanın bagajını doldurdular, New York'a Robert'ın yanına gitmek için yolculuğa çıktılar. Robert, kırkbirinci yaşgününü kutluyordu. Robert, aile portrelerini çekmek için çok istekliydi. Acısını göstermemeye çabalıyor ancak mide bulantısından dolayı odayı sık sık terk ediyordu. Dördünün fotoğraflarını çekti. Tam giderken onları durdurdu. Patti'yi bir de Jesse ile çekmek istedi. Patti, Jesse'yi kucağına aldı ve o da gülümseyerek Robert'a doğru uzandı. "Patti" dedi deklanşöre basarken. "Mükemmel bir şey bu" Bu onların son fotoğrafı oldu. 

Robert 9 Mart 1989'da öldü. 






Robert için bir şarkı yaptı: 

Küçük zümrüt kuş uçup gitmek ister.
Eğer avucumu kaparsam, kalmasını sağlayabilir miyim?
Küçük zümrüt ruh, küçük zümrüt göz.
Küçük zümrüt kuş, veda etmek zorunda mıyız?


*Açıkçası yazıya başlarken çok daha kısa bir özet yapmak niyetindeyim. Ama Patti Smith'e olan hayranlığımdan ve saygımdan olsa gerek, bir türlü çıkamadım içinden, gittikçe uzadı da uzadı.