13.5.11

Patti Smith - Çoluk Çocuk

Hani bazı kitaplar bittiğinde, sonuna geldiğiniz için sevinir ama bu güzel birliktelik bittiği için de üzülürsünüz ya işte ben öyle oldum Patti Smith'in yazmış olduğu Çoluk Çocuk kitabını bitirince. Hem de nasıl üzüldüm, kitabı elimden bırakmak istemedim bir süre, beni götürdüğü 60'lar, 70'lerden, o buram buram sanat kokan hayattan kopmak istemedim. 

Patti Smith'in iyi bir şair, iyi bir şarkıcı olduğunu bilirdim de, bu kadar iyi bir yazar olabileceği aklıma gelmezdi. Ona olan hayranlığım ve saygım kat kat arttı.

Kitap bir nevi biyografi fakat daha çok Patti Smith'in Robert Mapplethorn ile beraber olduğu yıllara odaklanıyor. Robert ölmeden hemen önce, hayatlarını anlatan bir kitap yazmayı ona söz verdiği için, bu kitabı kaleme almış Patti Smith. İkili, hikaye boyunca zaman zaman iki iyi sevgili, zaman zaman iki iyi dost olmuş.


Kitabı okuduğum zamanlarda, Robert ile Patti'nin sanatçı olma tutkularını ve sanat camiasına kabul edilme sancılarını ben de yaşadım sanki. 60'lar, 70'ler New York'unda, kimi henüz ünlü olmamış efsane isimlerle onlarla beraber ben de tanıştım. Çoğu zaman çektikleri sefaleti iliklerime kadar hissettim, onlar başarılı oldukça, şöhretleri arttıkça ben de mutlu oldum.

Patti Smith o kadar içten ve saflıkla yazmış ki, kitabın içine girip o yıllarda yaşamak, onlarla takılmak istedim. Ben de dönemin sanatçılarını ya da sanatçı olma arzusunda olanları misafir eden Chelsea Otel'de bir oda tutmak, onlarla Max's'in yuvarlak masasında yemek yemek istedim. 

Sanatçı olmak öyle kolay değilmiş dostlar. Zorluklarını bir bir anladım kitabı okurken. Patti Smith, New York'a geldiği ilk günlerde açlık ve sefalet içinde dolaşırken, nasıl bu kadar kararlı olabilmiş davası uğruna, aklım almadı. Nasıl da inat etmiş dönmemiş ailesinin yanına.


Bu kitabın bir özeti gibi olacak ama yeri gelmişken Patti Smith'in kısa bir biyografisini yazmak iyi olur diye düşünüyorum. Zaten uzun zamandır istiyordum böyle birşeyi:


Patti Smith, 1946'daki büyük tipi sırasında, Chicago'nun kuzey yakasında bir Pazartesi günü, bronşit zatüreyle, uzun ve sıska bir bebek olarak dünyaya gelir. Babası onu buharı tüten bir leğenin üzerinde tutarak hayatta kalmasını sağlar. 1948'de kızkardeşi Linda doğar. Annesi erkek kardeşi Tod'a hamile kaldığında sıkış tepiş dairelerinden ayrılıp Pensnsylvania Germantown'a taşınır Smith ailesi.


Annesi Patti'ye dua etmeyi öğrettiğinde, içindeki o meraklı kız açığa çıkar. Annesini soru yağmuruna tutar: ruh nedir? ne renktir? uyuduğunda ruhu kaçar, sonra geri dönmez diye korktuğu için uyumayaya çalışır. Merakını dindirmek için annesi onu Pazar okuluna yazdırır. Burada Kutsal kitaptan ayetler ve İsa'nın sözlerini ezberler. Tanrı fikrini çabucak kabullenir: "Gökyüzünde akan yıldızlar misali, hareketli bir varlığın yukarılarda biryerlerde olduğunu hayal etmek mutluluk vericiydi." 


Bir süre sonra kendi dualarını yazması için annesinden izin ister. Muhtemelen ilk şiirleri bu dualar olur. Bitip tükenmeyen hayaller, planlarla dolu sözlü mektuplar yazmaya başlar. Dualara olan tutkusu zaman içinde kitaplara duyduğu sevginin gölgesinde kalır. Annesinin, elinde bir sigara ve kahve ile kucağındaki kitaba dalıp gitmiş hali onu da kitaplara çeker. Kitapların büyülü dünyasına dalar, bir süre sonra kendini ifade etme dürtüsü sonucunda hayalgücünün meyvelerini toplarken ilk gönüllü suç ortakları kardeşlerine öykülerini dinletir, oyunlarında istekle yer alırlar, savaşlarında cesurca dövüşürler. Demek ki yazar ya da şair olacak kişi çocukluğundan belli olur.


Aile New Jersey'e taşındığında ailenin son üyesi, Kimberly de katılır aileye. Bu sıralar da büyümekte olan Patti, okuduğu Küçük Kadınlar kitabındaki, edebiyat dünyasına girmek için çabalayan erkek fatma Jo'dan çok etkilenir. Jo ona yeni bir amaç için cesaret verir. Kısa hikayeler oluşturmaya başlar. 12 yaşında iken babası onu ve kardeşlerini Philadelphia Sanat Müzesi'ne götürür. Sanat ile ilk karşılaşması olan o gün onda büyük etki yaratır. Şöyle der: "İçin için ortaya çıkan şu gerçeğin etkisiyle değiştiğimi biliyordum; insanoğlu sanat yaratabiliyordu ve sanatçı olmak başkalarının göremediği şeyleri görmek demekti. Sanatçı olmak için gerekenlere sahip olduğuma dair bir kanıtım yoktu, fakat sanatçı olmak için yanıp tutuşuyordum."


Annesi ona on altıncı yaş gününde The Fabulous Life of Diego Rivera adlı kitabı hediye eder. Kendisini Diego'nun Frida'sı olarak hayal eder, hem ilham perisi hem de sanatçı. Bir sanatçıyla tanışıp onu sevmenin, ona destek olmanın ve onunla yanyana çalışmanın hayallerini kurar.


Robert Michael Mapplethorpe, 4 Kasım 1946'da bir pazartesi günü, altı çocuğun üçüncüsü olarak doğdu. İyi huylu ve utangaçtı. Çok erken yaşlarda bile heyecanı ve heyecan yaratmayı severdi.


Renklendirme onu heyecanlandırıyordu, boşluğu doldurmak değil de başka hiçkimsenin yapamayacağı şekilde renkleri seçmek onu heyecanlandırıyordu. Çizime karşı bir yeteneği vardı. Bir sanatçıydı, bunu biliyordu. Bu çoçukca bir his değildi, sadece ne olduğunun farkına varmıştı.


Annesi oğlu için kilisede bir gelecek hayal ediyordu. Robert, kiliseden hoşlansa da bu daha çok gizli yerlere, kutsal şeylere, yasak odalara ulaşmanın heyecanıydı. Kiliseyle dinsel anlamda bir ilgisi yoktu, ilgisi daha çok estetik olanaydı. Evde yaşadığı sürece itaatkar oğul olmak için elinden geleni yaptı hatta eğitimini bile babasının isteği doğrultusunda 'Grafik sanatı' olarak seçti. Eğer kendi başına bir şeyler keşfettiyse bunu kendine sakladı.




1966 yıllarında Patti, yazları fabrikada çalışırken, yılın geri kalan kısmında Glassboro Devlet Öğretmen okuluna devam ediyordu. En büyük çocuk olarak ailenin gururuydu, üniversite okuyordu. Babasına göre koca bulabilecek kadar çekici değildi, öğretmenlik ona ihtiyacı olan güvenceyi verebilirdi. Fakat o yaz başını derde soktu. Kendisinden bile tecrübesiz bir oğlanla yattı ve hemen hamile kaldı. Seks ve evliliğin eşanlamlı olduğu günlerdi, komşuların meraklı bakışlarından kaçabilmek için güneyde kendine vasi bir aile buldu ve onların yanına taşındı. Fabrikayı ve üniversiteyi bıraktı. Kaderinde öğretmenlik yapmak olmadığını biliyordu.


Rock'n Roll sevgisi başlamıştı. Yakın arkadaşı Janet Hamill ile saatlerce Beatles mı, Rolling Stones mu tartışması yaparlar, Bob Dylan'a taparlardı. Bob Dylan motorsiklet kazası geçirdiğinde onun için mumlar yaktılar. "Light My Fire" ı defalarca dinleyip, 'Blow Up' filmindeki gibi kısacık etekler giydiler.


Paskalya tatilinden sonra ailesi onu aldı, doğum sancıları başladı, uzun ve sancılı bir doğumun ardından sağlıklı doğan bebeğini, ona iyi bakılacağından emin olduğu bir aileye verdi. 1967 ilkbaharında kendine çeki düzen vermişti, Philadelphia'da bir fabrikada asgari ücretle çalışıyordu ama hala bir sanatçı olduğu umuduna tutunuyordu. Arthur Rimbaud'un mistik havasına bayılıyor, 'Illuminations'ı elinden düşürmüyordu. Fabrikadaki huysuz ve cahil kadınlar tarafından onun adıyla taciz ediliyordu. Yabancı dilde kitap okuduğu için komünist olduğunu düşünüyorlar, tuvalette sıkıştırıyorlardı. 'Illuminations'ı bir bavula koydu, beraber kaçacaklardı. 3 Temmuz Pazartesi günü gözyaşlarıyla dolu bir vedadan sonra evinden ayrıldı.


Sarı kırmızı ekoseli bavulunun içinde birkaç çizim kalemi, bir defter, Illuminations, birkaç parça giysi ve küçük kardeşlerinin resimleri vardı. O gün Pazartesiydi, o da bir Pazartesi günü doğmuştu. New York'a gitmek için iyi bir gündü. Gideceğini kimse bilmiyordu ancak herşey onu bekliyordu. 

New York'ta ilk haftalar iş bulma umuduyla açlık ve sefalet içinde geçti. Hergün özgürce şehri keşfetmeye çalışıyor, iş arıyor, geceleri de kapı eşiklerinde, metro trenlerinde, hatta mezarlıklarda, nerede yer bulursa orada yabancı bir el tarafından sarsılana kadar uyuyordu. 

Times meydanında Joe'nun yeri isimli bir İtalyan restoranında işe başladı ama ilk mesaisinin üçüncü saatinde bir müşterinin üstüne peynirli et yemeği dökünce kovuldu. Garsonluğu asla beceremeyeciğinin bilinciyle, annesinin verdiği üniformasını bir umumi tuvalete bıraktı. Sokaklarda yaşamaya alıştıysa da içini kemiren sürekli açlığa hazırlıklı değildi. Bir işe ihtiyacı vardı. Brentano Kitabevi'nde kasiyer olarak işe alınınca rahatladı.  


Kasanın yanında etnik takılar ve el işleri vardı, görevlerinden biri onların etiketlerini kasaya girmekti. Takıların içinde en çok mutevazi İran kolyesini seviyordu, onunla bir bağ kurmuştu, müşteri olmadığı zaman kutusundan çıkarıp mor yüzeyine işlenmiş harflere bakar, nereden geldiğine dair hikayeler uydururdu. Birgün kitabevine bir delikanlı geldi ve 'şunu istiyorum' dedi İran kolyesini göstererek. 'Ah, o benim de favorim' dedi Patti. Sevdiği tek parçayı istemesi hoşuna gitse de, kolyenin gidiyor olmasına üzülmüştü. Sarıp paketi ona uzattıktan sonra 'Sakın benden başka bir kıza verme onu' deyiverdi. Utanmıştı ama delikanlı gülümsedi. 'Vermem' dedi. Delikanlı Robert' tı.

Birgün bir bilimkurgu yazarı Patti'ye akşam yemeği teklif etti, teklifi kabul etmek istemese de çok açtı. Yemek sonrası parkta otururken adam Patti'yi evini götürmek istedi. Adamdan bir şekilde kaçması gerekiyordu. Parkta boynunda boncuk kolyeler dizili, hippi görünümlü Robert'ı gördü. Ondan erkek arkadaşı gibi davranmasını rica etti. Robert kabul etti. Adamdan kurtulunca sabaha dek birlikte elele dolaştılar. Patti kimsenin yanında olmadığı kadar yakın hissetti Robert'a. Bir cazibesi vardı, içinde tatlı, yaramaz, utangaç ve korumacı birşeyler olan cazibe. Robert ona çizimlerini gösterdi. Bunlar sanki bilinçaltından çıkmış çizim ve resimlerdi. Her ikisi de yalnızlıklarını geride bırakmış yerine güven duygusunu koymuşlardı. Kitaplara ve çizimlere bakarak geçen gecenin ardından birbirlerinin kollarında uyuyakaldılar. Uyandığında, Robert'ın çarpık gülümsemesiyle karşılaşınca onun şövalyesi olduğunu anladı. Sonra sanki dünyanın en doğal şeyiymiş gibi işe gittikleri zamanlar dışında hiç ayrılmadılar. Masalsı bir birliktelik başlamıştı.


Fazla paraları yoktu ama mutluydular. Hall sokağında üç katlı tuğla bir binada daire buldular. Dairenin şartları korkunç olsa da zamanla çekip çevirdiler, temizlediler. İkisinin de çizimleri vardı, bir de birbirlerine sahiptiler. Hall Sokağındaki ilk gecelerinde Robert sözünü tutarak Patti'ye İran Kolyesini verdi. Konsere ya da sinemaya gidecek paraları yoktu, ellerindeki plakları döne döne dinlerlerdi. Bir yaz günü, en güzel elbiselerini giyip Washington Meydanı'na gittiler. Termostaki kahveyi yudumlayıp, dalga dalga gelen turistleri, kafası güzel tipleri ve şarkıcıları izliyorlardı. Yaşlıca bir çift alenen önlerinde durup onları incelemeye başladı.
"Hadi, fotoğraflarını çek" dedi kadın, hayretler içindeki kocasına. "Sanatçılar galiba"
"Hadi canım" dedi adam, omuz silkerek. "Bunlar çoluk çocuk"


Zaman zaman işsiz kalıyorlardı, çoğu zaman karınlarını doyuracak parayı zor buluyorlardı. Robert bu durum için çok kederleniyordu. Patti sonunda saygın bir kitabevinde iş buldu. Durumları çok düzelmese de nispeten daha rahattılar. Robert'ın çizimleri Patti'nin çok ilgisini çekiyordu. Her ne kadar farklı yönlere de gitseler, Robert'ın görsel dağarcığı Patti'nin şiirsel kelimelerine fazlasıyla yakındı. Patti, Robert'ın içinde onun henüz bilmediği koskoca bir everen taşıdığını düşünürdü. Robert kendine Duchamp ve Warhol'u örnek almıştı. Yüksek sanat ve yüksek sosyete, her ikisine de çok özeniyordu. Saatlerce resim yapıp kendilerini kaybediyorlardı, o mutluluğu bir başkasının anlaması çok zordu.


1968 yazında ilk ayrılık oldu. Evleri ayırdılar. Robert San Francisco'ya gitti. Yine de birbirlerinden kopmamışlardı. Robert San Francisco'dan döndüğünde, bir çeşit cinsel uyanış yaşamış, bambaşka bir insan olarak dönmüştü. Yine de Patti'yle ilişkilerini bir şekilde devam ettirmek istiyordu. Patti ayak direrken Robert, Terry isimli bir delikanlı ile tanıştı ve ilk erkek erkeğe ilişkisi başladı. Robert ve Terry aracılığıyla eşcinselliğin son derece normal bir varoluş biçimi olduğunu gözlemledi. Yine de içinde bir şeyler kopmuştu. Üçü arasında olumsuz birşey yaşanmasa da, uzun uzun ağlama nöbetlerine giriyordu. Bir süre sonra her ikisi de başka insanlara kendilerini verdikten, bocaladıktan ve herkesi kaybettikten sonra yine birbirlerini buldular. Zaten istedikleri de bu gibiydi. Yanyana yaratacakları bir sevgili ve arkadaş. Hem sadık hem de özgür olmayı isteyen.


Patti, o sene para biriktirip kardeşi ile birlikte Paris'e uzun bir gezi yaptı. Döndüğünde Robert, diş eti iltihabı ve yüksek ateşten çok bitkin düşmüştü. Kaldıkları evin önünde bir de cinayet olunca, oradan ayrılmak zorunda kaldılar. Birlikte yaşadıkları hayatın en düşkün günleri başlamak üzereydi. 8. Cadde'de Allerton Otel'e gittiler. Etraf sidik ve böcek ilacı kokuyor, paslanmış musluktan su akmıyordu. Otel evsizler ve esrarkeşler ile doluydu. Patti ilk defa sanat yapma peşinde olmaktan pişmanlık duymuştu. Robert gittikçe daha kötü oluyordu ve onu bu ortamdan kurtarması gerekirdi. Hiç paraları yoktu. Yine de 'Herşey yoluna girecek'dedi Robert'a. 'Ben işe döneceim , sen de iyileşeceksin' dedi. Tek başlarına ayakta kalabilecelekrinden emin olana kadar birbirlerini asla bırakmamaya söz verdiler. Bir taksiye atladılar ve taksiciye 'Chelsea Otel' dediler.


                


Chelsea Otel, devrin sanatçılarının ya da sanatçı olma arzusunda olanların kaldığı bir oteldi. Sanatsal çalışmalar teminat olarak gösterilip kalınabiliyordu. Patti de, Robert'la ikisinin çizimlerini gösterdi ve bir oda kaptı. Robert'ı otelin doktoruna gösterdiler, Patti eski çalıştığı kitabevindeki işine geri döndü.


Otele giriş yaparken orada yaşamanın nasıl olduğuna dair bir fikirleri yoktu ama kısa sürede anladılar ki bu büyük bit şanstı. Bu eksantrik ve lanetli otel onlara güven duygusu ve yıldızlara yaraşır bir eğitim fırsatı bahşetmişti. Etraflarını saran iyi niyet haresi, kaderin bu hevesli çocukları gözettiğinin bir kanıtydı. Chelsea her biri bir evreni barındıran yüzlerce odasıyla Alacakaranlık Kuşağı'ndaki bir bebek evi gibiydi. Koridorlarında dolaşıp, ölmüş ya da hayatta olsun bu otelde yaşayan ruhları aramaya çıkardı. Arthur C.Clarke, Bob Dylan, Edie Sedgwick, Oscar Wilde burada yaşayan ünlü isimlerden sadece birkaçıydı.


Max's isimli restorana takılmaya başladılar çünkü Robert, Andy Warhol'un dünyasına girebilmek istiyordu. Andy Warhol da yakın zamana kadar Max's mudavimlerindendi. Andy Warhol ve takımı, kırmızı ışıkla yıkanan siyah odadaki efsanevi yuvarlak masada otururlardı ama Warhol vurulduktan sonra pek dışarı çıkmaz olmuştu ve artık mekana uğramıyordu. O efsanevi yuvarlak masa  Bob Dylan, Janis Joplin, Velvet Underground gibi asilzadeleri de konuk etmişti.


Chelsea'de o zamanlar hiç yakın olmadıkları kadar yakın olmuşlardı ancak yakında mutlulukları Robert'ın para kaygısı yüzünden gölgelenecekti. Patti'nin parayı kazanıyor oluşuna sıkılıyordu. Sürekli galerileri turluyor, çalışmalarını gösteriyor ama çoğu zaman morali bozuk halde geliyordu. Para sıkıntısı yüzünden jigololuğu düşünmeye başlamıştı, Patti gitmemesi için yalvardıysa da denemeye kararlıydı.


Jackie Curtis, oyunu Femme Fatale'de Patti'nin rol almasını istedi. Eğlenceli olabilir diye kabul etti.


Bir gün Chelsea'nin lobisinde, şiirlerine gömülmüş halde Robert'ı beklerken, Boby Neuwirth (Bob Dylan'ın öteki beni, ressam, şarkıcı, söz yazarı) onu gördü ve ne yaptığını merak etti. Şiirlerine yakından bakabilmek için onu bir içki içmeye davet etti. Şiirlerini okuduktan sonra; 'Hiç şarkı yazmayı düşündün mü?' Nasıl yanıtlayacağından emin değildi. 'Seni bir sonraki görüşümde bir şarkı yazmış olmanı istiyorum' dedi.Şimdi Patti'nin gerçek bir ödevi vardı ve karşısında bu ödevi yerine getirmeye değer biri vardı.


Robert, hep Patti'nin şarkı söylemesini isterdi, sesini çok severdi. Bu hikayeyi duyunca "Belki seni şarkı söylemeye ikna edecek kişi o olur" dedi, "ama şarkı söylemeni ilk isteyenin kim olduğunu asla unutma"
"Şarkı söylemek istemiyorum, ben sadece onun için şarkı sözü yazmak istiyorum. Ben şarkıcı değil, şarkı sözü yazarı olmak istiyorum" diye cevap verdi Patti. 
"İkisi de olabilirsin" dedi Robert. Çok da haklıydı. 




Robert, bir gece sınırı aşmış, bir adamla birlikte olmuştu ve bunu para için yapmamıştı. Artık sevgili değildiler ama beraber yaşamaya devam ettiler. Fiziksel bağlarını koparmak kolay değildi fakat Robert'ın erkeklere karşı duyduğu çekim yoğundu. Ama yine de Patti hiçbir zaman daha az sevildiğini hissetmedi. Chelsea'deki odalarında çalışmaları için yeterince alan yoktu. 23.sokakta, geniş pencereleri olan, bol ışıklı bir yer buldular. Ancak paraları iki yere de yetemeyeceği için Chelsea'den ayrılmak zorunda kaldılar. 23. sokağa taşınırken sevgili değildiler. Ön tarafı Patti, arka tarafı Robert kullanacak, aralarında sadece bir kapı olacaktı. Robert, David Croland ile , Patti de Jim'le birlikte olmaya başlamıştı.  Bir gece Max's 'te oyun yazarı Tony Ingrassia ile karşılaştı. Yeni oyunu Island'da onun da rol almasını istiyordu. Patti kabul etti. Oyunlar için cesareti vardı ama yine de bir oyuncunun görkemine ve sıcaklığına sahip olmadığını biliyordu, yine de bu tiyatro süreci ileride çok işine yarayacaktı.

Patti, Temmuz ortalarında ilk gitarının son taksidini ödedi, yanında bir Bob Dylan şarkı kitabı almıştı. Birkaç akor öğrenmişti. İlk şarkısını, şiir olarak yazdığı 'Fire of Unknown Origin'e yaptı.

Ölüm, bir hanımefendinin elbisesi gibi koridorda yerleri süpürerek gelir
Ölüm, en iyi pazar kıyafetiyle otoyolda araba sürerken gelir
Ölüm gelir, elimden birşey gelmez
Ölüm giderken arkada bir şeyler kalmalı
Kaynağı bilinmeyen bir yangın bebeğimi benden aldı 

O günlerde Janis Joplin ile tanıştı. Yakın arkadaş oldular. Patti, Rock dergileri için müzik eleştirileri yazmaya başlamıştı: Crawdaddy, Circus, Rollin Stone. Robert, ona bir okuma ayarladı. En iyi şairlerin bile okuma yapmak için can attığı bir forumdu bu. Arkadaşları okumaya müzik de eklemesini tavsiye ettiler. Lenny Kaye'den rica etti:
"Elektrogitarla bir araba kazası çalabilir misin?"diye sordu ona.
"Evet, bunu yapabilirim" dedi tereddüt etmeden ve Patti'ye eşlik etmeyi kabul etti. 

Şiirin kutsal topraklarında elektro gitarla yapılan okuma çok büyük etki yarattı. Ardından Patti'ye teklif yağmuru başladı. Şiir kitabı ve plak tekliflerini garip bir biçimde geri çevirdi. Sanki çok kolay olmuştu. Robert için hiçbirşey bu kadar kolay olmamıştı. Bu sebeble geri çekilmeye karar verdi. 

Robert, fotoğrafçılığa doğru kaymaya başlamıştı. Hayatına önemli biri girdi. Metropalitan Sanat Müzesinin fotoğraf kuratörü John McKendry ile tanıştı. John McKendry, New York yüksek sosyetesinin önemli bir üyesi Maxime de la Falaise ile evliydi. John ve Maxime, Robert'a hayallerindeki dünyanın kapısını aralamışlardı. Robert, müzedeki sergilenmemiş çok önemli fotoğraflara ulaşabiliyordu. Onun için bir hazineydi. John, Robert'a bir Polaroid makine hediye etti, film alabilmesi için bir miktar destek de sağladı. Fotoğrafçılığa John sayesinde çok hızlı bir giriş yaptı. Ardından kalan hayatını paylaşacağı çok önemli bir adam hayatına girdi: Sam Wagstaff. Heykelsi bir duruşa sahip Sam, olumlu ve meraklı bir doğaya sahipti ve eşcinsel olmanın getirdiği zorluklarla kendine işkence etmiyordu. Sam, Robert'ın çalışmaları için mükemmel bir taraftar ve destekçi oldu. Kader tarafından tayin edilen birleşmelerini mühürleyen gerçek de, arada yirmibeş yıl olsa da, Sam ve Robert'ın doğumgünlerinin aynı olmasıydı. 

Artık tamamen ayrılmaya hazırdılar, ayrı yollara gittiler ama yine de yürüyüş mesafesinde idiler. Patti, barlarda şiir okumaları yapıyordu. Birgün kendi kendine organize ettiği bir şiir okumasına bu denli yüksek katılım olması arkadaşı Jane'i tetikledi. Patti'nin şiirini daha geniş kitlelere ulaştırmanın yolunu arıyordu. Patti üç şiir kitabı da çıkarmıştı: Kodak, Seventh Heaven, Witt. 

Rimbaud'un ölüm yıldönümünde "Rock and Rimbaud" performanslarının ilkini yine gitarist Lenny Kaye ile birlikte gerçekleştirdiler. Program, Patti'nin Rimbaud sevgisini ifade eden şiir ve şarkılardan oluşuyordu. Kimlerin geldiğini görmek için kalabalığa baktığında şaşırdı. Steve Paul'den Susan Sontag'a kadar herkes oradaydı.İlk kez, bunun bir seferlik kalmayabileceğini, daha büyük bir şeye dönüştürebileceğini düşündü. Üçüncü bir grup elemanı bulabilmek amacıyla birkaç klavyeci çağırdılar. Richard Sohl, grubun üçüncü üyesi oldu. Gittikçe artan kalabalıklara okuma yapmaya başladılar. İlk single'ı kaydetmeye karar verdiler. Canlı performanslarında yarattıkları etkinin plağa nasıl aktarılabileceğini görmek istiyorlardı. Jimi Hendrix'in stüdyosu Electric Lady'den randevu aldılar. Jimi'ye saygılarından dolayı ilk olarak 'Hey Joe' yu kaydettiler. On beş dakikaları kalmıştı. 'Piss Factory' i denemeye karar verdiler. Küçük bir fabrikada 1500 adet basıp kitabevi ve müzik dükkanlarına dağıttılar. Bir zamanlar takıldıkları Max's 'in müzik kutusunda artık şarkıları çalıyordu. 'Piss Factory' 'Hey Joe'ya  göre daha popüler olmuştu. Bu durum kendi çalışmalarına konsantre olmak için onlara ilham verdi. İkinci gitarist Ivan Kral'ı da gruba eklediler. Kendilerini sons of Liberty gibi görüyorlardı. Misyonları Rock'n Roll'un devrimci ruhunu korumak, savunmak ve yansıtmaktı. Bir Mayıs'ta Clive Davis, Arista plakçılık ile bir kontrat teklifi verdi, Patti ayın yedisinde imzaladı. Onlardan biri olacak, onları değiştirmeyip ileriye götürecek bir kişiye daha ihtiyaçları vardı: bir davulcuya. Jay Dee Daugherty iki haftayı geçmeden bir parçaları oluvermişti, tam aradıkları kişiydi. Artık Patti, bir rock grubunun lideri olduğu için gurur duymaktan kendini alamıyordu.

2 Eylül 1975'te Electric Lady stüdyosunun kapılarını açtılar. Sonraki beş hafta boyunca ilk albümü 'Horses' ın kayıt ve miksaj işleri için uğraştılar. Vokal kabinine ilk girdiği andan itibaren aklında şunlar vardı: Ergenliğinin zorlu günlerinde rock'n roll'a duyduğu minnet... Dans ederken duyduğu çoşku... İnsanın kendi eylemlerinin sorumluluğunu alması fikrinden kazandığı ahlaki güç. 

Tüm bunlar ve onlardan önce yolu açanlara gönderilmiş selamlar 'Horses' ta mevcuttu. 

'Horses' ın kapak fotoğrafını şüphesiz Robert çekecekti. Robert'ın imgesi, işitsel kılıcının kını olacaktı. Sadece sahici olmasını istiyordu. Temiz bir gömlek giydi.  (Yandaki fotoğraf)

1978'de Robert Miller, Patti'nin çizimlerini gördükten sonra çalışmalarını galerisinde sergilemesini teklif etti.  Patti böylesi bir galeride Robert'sız sergi açamayacağını düşündü. O sıralar Robert iyice fotoğrafa dalmıştı.  Klasik portreler, eşssiz ve seksi çiçekler üretmiş, pornografiyi sanat dünyasına sokmuştu. Sergiye hazırlanmaya başladılar. İlişkilerini temsil eden çalışmalarını biraraya getirmeye karar verdiler. Chelsea Otel ve sonrasında parçaları oldukları tüm dünyalardan insanlar sergiye katılmışlardı. Şair ve sanat eleştirmeni Rene Ricard, sergi hakkında güzel bir yazı yazıp, çalışmalarını "Bir Arkadaşlığın Günlüğü" olarak tanımladı. Bu Patti ve Robert'ın birlikte yaptıkları son sergiydi. Patti'nin grubuyla yetmişlerde yaptığı çalışmaları onu Robert'tan ve ortak evrenlerinden çok uzaklara taşıdı. 

Patti'nin Bruce Springsteen ile birlikte yaptığı ve 'Easter' albümünde yer alan 'Because The Night' şarkısı 1978 yazında top 40 listesinde 13. sıraya kadar yükselerek hit şarkı oldu. Patti, şarkıyı ilk olarak Robert'a dinletti. Robert şarkıya bayıldı. Hayranlık duydu ama haset yoktu. Şaka yaparken kullandığı tonla: 
"Patti" dedi kelimelerin arasını yayarak, "Benden önce ünlü oldun"

Patti, 1979 baharında Fred Sonic Smith'le yeni bir yaşama başlamak üzere New York'u terk etti. Son aşkı olması için seçtiği adamla ilk aşkıyla yaşadığı gibi yaşadı. Robert hep aklında oldu. O, kişisel kozmolojisinin takımyıldızındaki mavi yıldızdı. 

İkinci çocuğuna hamile kaldığını öğrendiğinde Robert'a AIDS teşhisi konmuştu. Fred ile 'Dream of Life' isimli albümü üzerinde çalışıyordu. 

Kızı Jesse Paris Smith, 27 Haziran 1987'de Detroit'de dünyaya geldi. Ertelenen albümü bitirmeye hazırdılar. İki çocuklarını alıp arabanın bagajını doldurdular, New York'a Robert'ın yanına gitmek için yolculuğa çıktılar. Robert, kırkbirinci yaşgününü kutluyordu. Robert, aile portrelerini çekmek için çok istekliydi. Acısını göstermemeye çabalıyor ancak mide bulantısından dolayı odayı sık sık terk ediyordu. Dördünün fotoğraflarını çekti. Tam giderken onları durdurdu. Patti'yi bir de Jesse ile çekmek istedi. Patti, Jesse'yi kucağına aldı ve o da gülümseyerek Robert'a doğru uzandı. "Patti" dedi deklanşöre basarken. "Mükemmel bir şey bu" Bu onların son fotoğrafı oldu. 

Robert 9 Mart 1989'da öldü. 






Robert için bir şarkı yaptı: 

Küçük zümrüt kuş uçup gitmek ister.
Eğer avucumu kaparsam, kalmasını sağlayabilir miyim?
Küçük zümrüt ruh, küçük zümrüt göz.
Küçük zümrüt kuş, veda etmek zorunda mıyız?


*Açıkçası yazıya başlarken çok daha kısa bir özet yapmak niyetindeyim. Ama Patti Smith'e olan hayranlığımdan ve saygımdan olsa gerek, bir türlü çıkamadım içinden, gittikçe uzadı da uzadı.